İktidarın politikalarına dair eleştirileriyle gündeme gelmeye başlamasının ardından Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın talebi üzerine AKP'den istifa eden Mustafa Yeneroğlu, iktidara ilişkin eleştiri ve önerilerde bulundu. "Türkiye’de şu anda merkezde çok ciddi bir boşluk var" diyen Yeneroğlu, iktidarın Ankara ve İstanbul seçimlerini doğru okuyamadığı için çok daha kötü noktalara gidileceğini ifade etti. Yeneroğlu, "Türkiye’nin daha fazla otoriterleşmemesi için güçlü ve demokratik bir blokun mutlaka ve mutlaka en kısa zamanda siyaset arenasına çıkması gerektiğini düşünüyorum" dedi.
Yeneroğlu, Türkiye’de yaşayan her bir ferdi özel, özerk ve özgür kabul eden, demokrasi çıtasını Aleviler söz konusu olduğu zaman da atlayabilen, Kürt sorunu karşısında tutum alabilen güçlü bir demokratik blok olması durumunda bu bloğa destek verebileceğini kaydetti.
Karar gazetesinden Yıldıray Oğur, Ahmet Taşgetiren ve Elif Çakır'ın sorularını yanıtlayan Yeneroğlu'nun açıklamalarının bir bölümü şöyle:
Elif Çakır: Milletvekili oldunuz ardından da Meclis’te İnsan Hakları Komisyonu Başkanı. İlk sorunlar da galiba o zaman başladı değil mi?
Doğrusu ben her zaman aynı noktadaydım. Bende bir değişiklik hiç olmadı. Hep partimin kuruluş ilkelerini savundum. Doğru bildiğimi partinin ilgili ortamlarında hep söylemişimdir, bunun en asgari ahlaki gereklilik olarak gördüm her zaman. Kasım 2015’da İnsan Hakları Komisyon Başkanlığına seçildim. Kamu idaresinin yanlışlarına, özellikle insan hakları ihlallerine hep tepki gösterdim, komisyonun yetkilerini kullandım. Zannedersem 2017’nin Nisan ayıydı. Van Gevaş’ta mantar toplayan köylülere işkence iddiaları için suç duyurusunda bulunmuştuk. Birileri devamlı bu olayları kapatma derdindeydi. Halbuki bu yaklaşımları hem hukuk içinde görevini yapan güvenlik güçlerimize haksızlıktı hem de ülkemizin itibarını zedeliyordu. Tabii o dönem buna benzer olaylar artmıştı. Biz de bunlarla ilgili yasal ve ahlaki sorumluluğumuzun gereği olarak suç duyurularında bulunuyorduk, açıklama yapıyorduk. Bu duruşum üzerine arkadaşlar tabii rahatsızlıklarını bildirmişler. Komisyona katılmayan bizimle aynı karede görünmek istemeyen arkadaşlar da oldu elbette. Bunun üzerine ben Beyefendi’ye istifamı arz ettim. “Ben tutumumdan vazgeçemem, sonuçta bunlar ilkesel tutum, AK Parti’nin de olmazsa olmazları. Fakat burada bir rahatsızlık söz konusuysa, genel irade buna aykırı düşünüyorsa, rahatsızlık vermek istemem” dedim. O kabul etmedi, dönem sonunu bekledi.
Elif Çakır: Van Gevaş, Büyükada, Deniz Yücel, Osman Kavala davası gibi Türkiye’de hukuk mağduriyetleri oluşturan davalara tepki gösterdiniz. Bunlar rahatsızlık oluşturmuştu. İnsan Hakları Komisyonundan da ayrıldınız. Bu eleştirileriniz biline biline, MKYK üyeliğine getirildiniz.
Evet, Beyefendi de sonuçta benim tavrımı biliyordu. 2018 seçim sonrasında MKYK üyeliğine getirildim. Elbette ki MKYK üyeliğinde de varlık sebebim oydu; teşkilatımızın verdiği vekaletin gereğini yerine getirmeye çalıştım. Lidere doğru bildiğini söylemek benim anlayışımda farzdır.
Ahmet Taşgetiren: Aynı zamanda dostluğun gereğidir bu.
Mahrem ortamın detaylarına girmek istemem. Ama MKYK’da siyasetin müzakere edilememesi kabul edilebilir mi? Özeleştiri olmazsa nasıl yol alınır? Hatalarımızı birbirimizin samimiyetini sorgulamadan konuşamayacaksak nasıl düzelteceğiz? Zaten AK Parti’nin son yıllardaki en önemli sorunu bu.
Teşkilatlarımızda da yaygın olan ciddi eleştirilere öfkeleneceğimize, ‘biz nerede hata yaptık’, insanlar neden bize sırt çevirmeye başladı sorusunu reddetmenin kime ne faydası olabilir? Zaten ümidimizi yitirmek üzereyken, tutunacak dal arıyorduk. İstanbul seçimleri sonrası daha da maalesef ‘biz kendimizi anlatamadık’ yaklaşımı. Bir kez de anlatmayalım Allah aşkına, bir kez de dinleyelim. Toplumun derdi ve öncelikleri ne, sadece anlamaya çalışalım. Tamamen korku politikası olan beka söylemi ile karın doyuyor mu? Çocuklara harçlık verilebiliyor mu? Nasıl oldu da geçmişte değişimi, yeniliği ve ümit dolu geleceği konuşarak heyecanlandıran bir parti devletçi statükonun temsilcisi haline gelebildi. Bunları konuşabiliyor muyuz?
Tabii İstanbul seçimleri öncesi sonrası zor bir süreç oldu benim için de. Yeni Zelanda Başbakanı bize her gün insanlık dersi verirken bizim burada katliam görüntüleri yayınlıyor olmamız... Taksim’de kadınların yürüyüşü ile ilgili ezanı ıslıkladılar veya ezana tepki gösterdiler şeklinde gerçek dışı bilgilerle kutuplaştırmayı amaçlayan propagandalar... Irkçı Pontus akıl tutulması... Neredeyse her gün başka bir facia. Hukuki meselelere gelince; ben beyanda bulunduğum konularla ilgili dosyaları mutlaka ciddi manada incelerdim. Alman disiplini içerisinden gelmiş bir hukukçu olarak örneğin Osman Kavala’nın 700 küsür sayfalık dosyasını okurum, avukatlarıyla görüşürüm, diğer ilgililerle de görüşürüm ve bu şekilde beyanda bulunurum. Bu çerçevede de kamuoyuna yansıtmadan önce de defaatle de ilgili arkadaşlara rapor yazarım. Burada netice almadığım takdirde ben şuna inanırım, nasıl bir insanı haksız yere öldürmek bütün insanlığı öldürmek ise, bir insanı bir saat haksız yere gözaltında tutmak da bütün insanlığı haksız yere gözaltında tutmak manasına gelmeli bir Müslüman için. Ben bu inançla bunları ifade ediyordum. Ben partimin bu durumda olmasını kabullenmiyordum. Düşüncelerini beğenirsiniz veya beğenmezsiniz ancak bir Taner Kılıç, bir Alparslan Kuytul, bir Osman Kavala haksız yere cezaevine mahkum edilebiliyorsa, benim anladığım Müslümanlık beni dışarıda rahat ettiremez. Evlatlarımızın yüzüne bakarken başımız dik mi, huzurlu muyuz? Bütün arkadaşlarım bunu düşünmeli. Düşünceleri kimse yok edemez. Demokratik devlet risk devletidir. Özgürlüğün aşkına riski göze alamayan devletler diktatörlüğe evrilir. İnsanlık 2400 yıldan beri düşünce suçlusu Sokrates’i mi konuşuyor, yoksa onu yargılayanları mı? Bu sebeple tarih Ahmet Altan’ı anacak, onu yargılayanları hayırla yad etmeyecek.
Elif Çakır: Bir parti yetkilisi eleştirilerini MKYK’da dile getirmedi gibi bir açıklama yaptı.
MKYK toplantılarının kayıtları nasıl tutuluyor bilmiyorum. Eğer tutuluyorsa zaten o kayıtlarda bu vardır. Ama o arkadaşımız da biliyor ki sonuçta hem MKYK’da hem milletvekilleri toplantısında hem de birebir görüşmelerde bu konuları devamlı gündeme getirdim. Tüm milletvekili arkadaşlarımız bunun şahididir. Doğrusu bu önemli de değil, ülkenin içinde bulunduğu buhranın anlaşılması benim söylediğime kalacaksa varsın bilinmesin. Ben geldim geleli hukukun üstünlüğü, insan hakları, katılımcı siyaset konularında bugün durduğum noktadan farklı bir tutumda olduğumu gören varsa, buyursun söylesin. Tabii kişiye sorarlar, dışarıda konuştuğunu neden içeride söylemezsin. Ümidim tükendikçe eleştirilerimi dışa yansıttım ve artırdım, bir feryad olarak kabul etmek lazım. Çünkü her geçen gün iç dünyam yıkılıyordu, inandığımız tüm değerler altüst ediliyordu.
Yıldıray Oğur: Sizinle ilgili böyle bir eleştiri de yapıldı. Burada tweet atıp eleştiriyorsunuz ama siz iktidar partisi milletvekili ve yöneticisiniz. İşiniz burada tweet atmaktan ibaret mi diye.
Ben yasama organı üyesiyim. 4 buçuk yıldır Türkiye’deyim. Siyasetin müzakere edildiği bir ortamla karşı karşıya kalmadım maalesef. Samimi ve özeleştiri kültürünü esas alan bir istişare mekanizmasına şahit olmadım Türkiye’de. Benim için zaten en temel problemlerden birisi buydu. Ben yasama organı üyesiyim ama bu sadece kağıt üzerinde, bunun ötesinde ne milletvekilleri anayasal göreve uygun bir gündeme sahip olabiliyor ne de toplum yasama organı üyelerini kayıtlı sorumlulukları üzerinden değerlendiriyor. Biz ne yasa yapıyoruz ne de denetim görevimizi ifa edebiliyoruz. Milletvekillerinin çok büyük bir ekseriyeti pasif. Türkiye’nin siyasi kültürünün gereği işte bürokrasiye kendi adamlarını, hemşerilerini yerleştirme, tayin, iş bulma gibi fonksiyonların dışında bir fonksiyonları var olan çıksın belirtsin. Doğrusu bu konuda herkes rahatsız olmayabilir, çünkü hep böyle görmüş. Ha Türkiye’de bu durum her zaman böyleymiş de, böyle bir siyasal kültür varmış da bu sistem değişikliğinden sonra bu daha bir ayyuka çıktı.
Elif Çakır: Peki, bu eleştirilerinizi dillendirdiğinizde ne cevap alıyordunuz?
"Partinin en üst düzey yetkilileri dahil görüşmediğim bir insan kalmamıştır bu eleştirilerimle ilgili son iki üç yılda. Hiç kimsenin bana esasta bir eleştiri getirdiğini, esasta yanlış yapıyorsun dediğini hatırlamıyorum. Hep bana şunu demiştirler; Ya Türkiye’nin ortamını göz ardı etmemek lazım. Tabii sen yurt dışından gelmişsin. Burası Almanya veya Norveç değil. Tabii sonuç itibariyle Türkiye çok büyük buhranlardan bu noktaya geldi. Vesaire vesaire vesaire. Bizim ilkesel duruşlarımız ne olacak? “Peki bu mesele, şu mesele” deyince, “ya o meseleyle ilgili sen zaten gerekli araştırmayı yapmışsındır. Ben Osman Kavala konuları olsun, Brunson konusu olsun, Deniz Yücel konusu olsun, Büyükada konusu olsun, partideki hukukçuların çok büyük ekseriyetinin benden farklı düşünmediğinden adım kadar eminim. FETÖ davaları da aynı şekilde. Temel problem zaten bu. Bakın bugün AK Parti’nin kuruluş felsefesini tersi olan söylem ve uygulamalarını AK Parti içerisinde, 300’e yakın vekil içerisinde temsil edebilecek bir akım, grup yok, ben şahit olmadım. Bundan daha ürkütücü bir şey olabilir mi?"
Yıldıray Oğur: İstifanıza neden olan esas kırılma neydi?
Zaten devamlı uzatmaların uzatmaları içinde kıvranıp duruyorduk. İstanbul seçimleri süreci tabii belirleyici oldu. Çünkü son ümidi de yitirdim. AK Parti’yi doğuran zemin içinde doğmuş bir insan olarak, Tayyip Bey’i de gerçekten seven ve ülke içinde geçmişte çok güzel işler yaptığına inanan, bunun sürdürülmesi gerektiğini düşünen, her gün önümde duran sarsıcı gerçekleri adeta bastıran noktada büyük bir acı içerisindeydik. En az bir yıldan beri böyle devam ediyordu. Düşünün akşam eve geliyorsunuz, dosyalarınızı getiriyorsunuz, sabaha kadar dosya çalışıyorsunuz. Şu insanın meselesine yetişelim diye. İnsan hakları sistematik olarak ayaklar altına alınan bir ülkeyiz. Biz işkenceye sıfır tolerans diye geldik, hukuk devletinde insan kaçırma olur mu? Toplum adeta korku iklimine teslim oldu. Biz kaç defa hukukçu arkadaşlarımızla oturup acziyetimizden dolayı ağladığımızı biliyorum. Milletvekilleri ile görüştüğümde de bana itiraz eden, hukuki gerekçelerimize karşı çıkan kimseyle karşılaşmadım. Bürokratlardan da.
İstanbul seçimleri sürecinde biz artık kendimizi tanıyamıyorduk. Bir de beka söyleminden Öcalan kardeşlere gidiyorsunuz. Her gün adeta yeni bir kabus. Zaten beka söylemi başlı başına bir facia. Düşünün milletin bekasını esas alan ve devletin bekasını da sadece hukukun üstünlüğünde ve çoğulcu demokraside, insan haklarında görerek yola çıkmış bir hareket, insanı ezen bir devlet tasavvuruyla sözde devletin bekası üzerinden korku siyaseti uygulamaya çalışıyor. Bunlar zaten kabul edilebilecek şeyler değil. Bir de bu beka söyleminden çıkıyorsunuz, Öcalan kardeşlere kadar geliyorsunuz.
Parti içerisinde zaten İstanbul seçimleri son haftalarından herkes birbirine bakıyordu. İnsanlar zaten sokağa çıkmaya çekiniyorlardı. Çünkü millete ne anlatacaksınız? İnandığınız tüm değerler her gün altüst ediliyor. Benim için bir utanç vesilesiydi. Biz burada katliam görüntülerini yayınlarken, Yeni Zelanda başbakanı her gün Müslümanlara insanlık dersi veriyordu. Tabii rasyonel düzlemde kırılmayı çok önceden yaşamıştım. Ama sonuçta partinin içerisinde doğan, Milli Görüş hareketinden gelmiş bir insanın duygusal bağlarını koparması öyle kolay değil. Ama İstanbul seçimleri sonrası artık ben parti içerisinde bir dönüşümü sağlanabileceğine, özeleştiri kültürün artık geliştirilebileceğine, en son 23 Haziran sonucundan sonra millete anlatamadık söylemi yerine biz bu milleti niye anlamıyoruz anlayışının yerleşebileceğine dair ümidimi yitirdim.
Parti MKYK toplantılarında da baktım ki böyle bir durum söz konusu değil. Bir şey söylediğimiz zaman saygısızlık olarak kabul ediliyor. Söylemediğimiz zaman da kendinizi inkar etmiş oluyorsunuz.
Bardağı taşıran damlalardan biri de Anayasa Mahkemesi’nin akademisyenler kararından sonra yayınlanan bir bildiri oldu. O bildirinin nereden geldiğini çok iyi biliyorum. Anayasa Mahkemesi’ni kınamanın çok çok ötesinde “terörü meşrulaştıran Anayasa Mahkemesi” diye bir bildiri yayınlandı. Bu hukuk devleti anlayışını ayaklar altına almaktır. Hiçe saymaktır. O mesele benim için her şeyin bittiği noktaydı. Onun üzerine adli yıl açılışında sayın Cumhurbaşkanımız kuvvetler ayrımını göz ardı ederek kendisini kuvvetlerin üzerinde konumlandırdı."
Elif Çakır: Peki milletvekilliğinden de istifa edecek misiniz?
Milletvekilliğimden istifa etmemem gerektiğine karar verdim. Çok ilginçtir bütün partilerden ve kendi partimden de sayısız milletvekili beni bu konuda aradı, “Kesinlikle böyle bir şey yapamazsınız bu çok yanlış bir şey olur, bunu size söyleyenlerin demokrasi anlayışı da ayrıca bir tartışma konusu. Ama böyle bir istifa Türkiye’de yeni bir teamül ortaya koyar. Sizden sonraki arkadaşlarda da böyle bir dayatma olur” dediler.
Ahmet Taşgetiren: Peki bundan sonra ne yapacaksınız, yeni oluşumlarla münasebetiniz var mı?
Ben siyasete girdiğimden beri Türkiye’nin tüm siyasi renkleriyle çok yakın ilişki ve irtibat içerisinde oldum. Türkiye’nin siyaset kültürüne çok temelli eleştirilerim var. Bundan sonra yatay siyaseti, hamaset yerine rasyonel dili esas alan, öz eleştiriyi ezen dava söylemi yerine uygulama ile kendini gösteren, kişi hareketi yerine katılımcı, çoğulcu bir kadro hareketi ile insan onurunu haysiyetini olmazsa olmaz gören, hesapsız bir biçimde savunan, gerçekten Türkiye’de yaşayan her bir ferdi özel, özerk ve özgür kabul eden, demokrasi çıtasını Aleviler söz konusu olduğu zaman da atlayabilen, Kürt sorunu karşısında tutum alabilen güçlü bir demokratik blok olursa ben bu bloka destek veririm.
Yıldıray Oğur: Görüyor musunuz öyle bir şey?
Türkiye’de şu anda merkezde çok ciddi bir boşluk var. Türkiye’nin değerlerini, renklerini temsil edebilecek, böyle tüm renkleri de bir potada eritelim de değil, o renklerin tamamını bir mozaik gibi canlı tutmayı amaçlayan özgürlükçü, çoğulcu bir duruşu kastediyorum. Toplumun bu noktaya geldiğini düşünüyorum ben. Çünkü artık kurtarıcı anlayışının Türkiye’yi nereye götüreceğini, nasıl büyük felaketlerle karşı karşıya bırakabileceğini toplum görüyor. Bu siyaset tarzının yürümesinin mümkün olmadığını toplum daha da net görecek. Bunu en son Ankara da İstanbul da gösterdi. Toplum bir kişiyi seçmekten daha ziyade hayatın tüm alanlarına müdahale etmeye çalışan ve iradesini ezen bir olguya tepki gösterdi. Devlet kendisi için var olmadığını, milletin haysiyeti ve huzuru için var olduğunu hatırlatmak adına demokratik bir duruş sergiledi. Bu tutumu maalesef AK Parti olarak doğru okuyamadık. Okuyamadığımız için de şu anda çok daha kötü noktalara gidiyoruz. Türkiye’nin daha fazla otoriterleşmemesi için güçlü ve demokratik bir blokun mutlaka ve mutlaka en kısa zamanda siyaset arenasına çıkması gerektiğini düşünüyorum. Böyle bir yapıya destek vermesem şimdiye kadar söylediklerimi inkar etmiş olurum.
Ahmet Taşgetiren: Demokratik blok ifadesini biraz daha açabilir misiniz?
Yani sonuçta öyle bir noktaya geldik ki, artık Türkiye bundan sonra birbiriyle iletişimi bile asgari düzeyde tutan dindarlar, dindar olmayanlar, Türk milliyetçileri, Kürt kimlikçi uçlar şeklinde gidemez. Herkes bir vicdan muhasebesi yapmak durumunda. Nazım Hikmet’in belirttiği gibi ‘Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine’ yaşayabiliriz. Her birimiz ötekini eşitimiz kabul eden, başkasının hak ve özgürlüğü çiğnendiği zaman kendi hak ve özgürlüklerimiz çiğnenmişçesine karşı çıkan ortak bilinci ortaya koymalıyız. Ancak bu şekilde her türlü vesayetten sığınan çoğulcu demokratik bir kültür geliştirebiliriz.
Yıldıray Oğur: Bunun son örneği Bülent Arınç’ın KHK açıklamasıydı, onun hakkında ne düşünüyorsunuz?
Yani ben KHK’nın kendisinin facia olduğunu söylemem ama KHK’nın çok ciddi facialar doğurduğunu çok net olarak ifade edebilirim. Çünkü KHK faciadır şeklindeki bir cümle o zaman ki şartları göz ardı ediyor.