2016 yılında Proceedings of the National Academy of Sciences ‘da yayımlanan bir araştırmada, beyin uyarımı yoluyla kişinin dürüstlüğüne müdahale edilebildiği ortaya konulmuştu. Yapılan araştırmada, katılımcıların, dürüstlük tutumlarında değişiklik yapılıp yapılmayacağını görebilmek adına araştırma ekibi, beyinde bazı uyarımlar gerçekleştirdi.
Uyarım sonucunda, başlangıç ölçümünde zaman zaman hile yapan katılımcıların hile yapma sıklıklarının azaldığı gözlemlenirken, sürekli hile yapmaya başvuranların ise tutumlarında herhangi bir değişiklik gözlemlenmemişti. Bulgular, ahlâki ikilemde kalan katılımcılarda hileye başvurma sıklığının uyarımla azaltılabildiğini ancak ahlâki bir ikilemde kalmayan katılımcılarda ise herhangi bir değişiklik yaratılmadığını ortaya koymuştu.
Peki, ahlâki bir tutum olan dürüstlüğe, beyin uyarımı yoluyla müdahale edilebiliyorsa, o halde beynimizde bir ahlâk merkezi olduğunu söyleyebilir miyiz?
Öncelikle, ahlâki kararlar alabilmenin, üst düzey bir bilişi gerektiren oldukça kompleks bir süreç olduğunu söylemeliyiz. Eylemlerimizin sonuçlarına dair hem kendimizi (hapishaneye girer miyim?), hem diğerlerini (benim vereceğim karar sonucu bu kişi zarar görecek mi?) hem de içerisinde bulunduğumuz toplumu (benim bu kararım toplumsal anlamda bir fayda sağlayacak mı?) düşünmek durumundayız.
İçinde bulunulan koşullara bağlı olarak; karar verme, empati, başkalarının mental seviyelerini dikkate alma (Zihin Teorisi), hafıza veya bunların herhangi bir kombinasyonunda beynimizin bazı bölgeleri devreye girer. Bu durum da, bizi; ahlâkın beyinde her yerde bulunduğu ve –belki de– hiçbir yerde bulunmadığı tartışmasına götürür.
Başlarken, bütün ahlâki kararlarımızdan sorumlu tek bir beyin bölgesinin olmadığını söyleyerek başlamalıyız. Öte yandan yalnızca bu işlem için ayrılmış belirli beyin bölgeleri de yoktur. Fakat, sinirbilimi araştırmaları; ahlâki ikilemler (dilemma) ile karşı karşıya kaldığımızda belirli beyin bölgelerinin genellikle devreye girdiğini ortaya koyuyor.
Ahlâki bir ikilemin en güzel örneklerinden birisi oldukça bilindik olan tramvay problemidir.”
Varsayımsal bir ölüm-yaşam ikilemi ile karşı karşıya kaldığınızı düşünün. Örneğin; bir tramvay rayının yanında durduğunuzu hayal edin. Uzakta, kontrolden çıkmış bir tramvayın, onun gelişini duymayan beş işçiye doğru hızla ilerlediğini görüyorsunuz. İşçiler tramvayı görse bile, raydan zamanında ayrılamayacaklar. Felaket belli belirsiz göründükçe, yere bakıyorsunuz ve raylara bağlı bir makas kolu olduğunu görüyorsunuz. Eğer makas kolunu çekerseniz, tramvayın beş masum işçinin bulunduğu raylardan ikinci bir ray takımına yönleneceğini fark ediyorsunuz. Ancak, yan taraftaki bu rayın aşağısında, iş arkadaşları kadar habersiz, yalnız bir işçi bulunuyor.
O halde makas kolunu kaldırıp, bir insanın ölümüne sebep olup, bu beş kişiyi kurtarır mıydınız? Yoksa hiçbir şey yapmamayı mı tercih ederdiniz?
Bir kişinin ölümüne sebep olup beş kişiyi kurtarmanın daha rasyonal bir karar olduğu düşüncesinden hareketle, insanlar genellikle kolu çekmeyi tercih eder.
Fakat, ahlâki kararlarda, duygular da önemli bir role sahiptir ve bu durum tramvay ikileminin farklı bir versiyonu olan üst geçit ikileminde” kendisini gösterir.
Şimdi ise kendinizi, tramvay raylarının üstündeki bir üst geçitte duruyor olarak hayal edin. Tramvayın, beş habersiz işçiye doğru kontrolden çıkmış şekilde savrulduğunu görebiliyorsunuz, fakat bu kez tramvayın yönünü değiştirebilecek bir makas kolu bulunmuyor. Ancak, üst geçitte sizin yanınızda duran oldukça kilolu, iri cüsseli bir adam var. Bu cüssenin tramvayı durduracağından kesinlikle eminsiniz.
Peki, tramvayı durdurmak ve bu sayede diğer beş kişiyi kurtarmak için adamı raylara itip kurban eder miydiniz?
Her iki durumda da sonuç aynı (bir kişinin kurban edilmesi beş kişinin hayatını kurtaracak). Fakat, yapılan anketler sonucunda, ikinci senaryoda insanların müdahale etmeye daha az istekli oldukları görülüyor.
Peki, şimdi de duyguları biraz daha derin bir biçimde işin içine katalım. Üst geçit ikileminde, yanınızda bulunan kişinin sevdiğiniz birisi olduğunu hayal edin. Bu durumda onu raylara itmeyi ve tanımadığınız beş kişiyi kurtarmayı tercih eder miydiniz? Böylesi bir ikilemde, neredeyse hiç kimse sevdiği birisini tanımadığı beş kişiyi kurtarmak için kurban etme tercihinde bulunmuyor.
Bu durum da bize; duyguların, mesafenin ve olayların aktörü olmanın, ahlâki kararlar almada önemli rollere sahip olduğunu gösteriyor. Şöyle düşünün; nefret ettiğiniz birisini arada bir mesafe olacak şekilde uzaktan silahla vurmak, sevdiğiniz bir kişiyi çıplak ellerinizle ona dokunarak öldürmenizden daha kolaydır.
Ahlaki ikilemlerde kalmamızın asıl sebebi beynimizde birbiriyle çelişen iki seçeneğin aynı anda bulunmasıdır. İnsanlar, zihinlerinde birbiriyle çatışan düşünceler ve duyguları olduğu zaman bir tedirginlik ve rahatsızlık durumu hisseder.
Söz konusu bu çatışma da; bir belirsizlik ve dengesizliği oluşturur. Dolayısıyla bu çatışmayı sona erdirmek ve zihinsel olarak rahatlamak için bizi içten içe dürten bir şeyler hissederiz. Dürtülerimiz otoriter bir tavırla ipleri elinde tutmak için bizi zorlamaya başlar. Oysa onların da diğer duygulardan farkı yoktur. Böyle bir durumda, içinde bulunduğumuz koşulları aklın süzgecinden geçirerek doğru bir seçim yapmak zor bir hâl alır. Çünkü beynimiz bu işlem için daha fazla zamana ve daha çok enerjiye ihtiyaç duyar. Sonuç olarak da çatışmayı yaratan düşüncelerden birini veya birkaçını, tutarlı ve dengeli bir zihin ortamına kavuşmak için manipüle etme yolunu seçeriz. Yani, kendi kendimizi kandırırız ve bu da bizi rahatlatır.
Bu ahlâki ikilemler üzerine yapılan ilk beyin görüntüleme çalışmalarından birisi; daha akılcı ve kişisel olmayan durumlarda (örneğin; tramvay problemindeki gibi), beynin soyut düşünmeden sorumlu bölgelerinin (dorsolateral prefrontal korteks gibi) daha aktif hale geçtiğini gösteriyor. Ancak, daha duygusal ve kişisel durumlarda ise (üst geçit probleminde olduğu gibi), beynin duygusal düşünmeden sorumlu bölgeleri (orta frontal girus, arka singulat girus ve açısal girus, ön medial prefrontal korteks gibi) daha aktif hale geçiyor.
Fakat, tramvay örneğindeki ve benzer ikilemlerdeki sorun şudur; bu ikilemler varsayımsal, yapay ve pek olası değildir. Gerçek hayatta ise, ahlâki kararlar genellikle hızlı ve kesin olarak alınır. Ve bu süreçler genellikle kompleks karar verme durumundakinden daha farklı beyin bölgelerini içerir.
Human Brain Mapping‘de yayımlanan bir araştırmada, insanların gerçek hayatta başkalarına zarar verdiği ahlâki durumları araştırmak için; başkalarına elektrik şoku veren insanlar üzerinde fMRI (fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme) deneyi yürütüldü. Araştırma sonuçlarına göre; insanlar başka insanlara zarar veriyorken, beyinlerinin öfke hissinden sorumlu hem sağ hem de sol yanal orbitofrontal kortekslerinde aktivasyon artışı meydana geliyor.
Öte yandan, bir başka fMRI deneyinde ise, masum bir kişiyi öldürürken de aynı beyin bölgelerini aktifleştiği görüldü. Fakat, bize saldıran bir askeri öldürürsek, bu beyin bölgelerinin aktif hale gelmediği gözlemlendi.
Elde edilen sonuçlar, içinde bulunulan duruma bağlı olarak, şiddetin haklı olduğunu düşündüğümüz durumlarda; bizi başkalarına zarar vermekten alıkoyan beyin bölgelerini kapalı konuma” getirebildiğimizi ortaya koyuyor.
Başkalarının eylemlerinin sonuçları hakkında ahlâki kararlar almak ya da başkaları adına cezalandırmada bulunmak, yasal sistem için de geçerlidir. Uygun sorular ise genellikle; Sebep olunan zararın şiddeti ne ölçüdedir?” ve Kasten mi yapılmıştır?”
Örneğin; araç kullanan bir kişi yoldan çıkmış ve kimsenin yaralanmasına sebep olmamışsa, genellikle bir ceza verilmez. Fakat, kişi, bu süreçte kazara birisini öldürürse, bu durum kasıt içermeyen ölüme sebebiyet verme olarak cezalandırılabilir. Koşullara bağlı olarak, böylesi bir durum orta ya da sert cezalandırmaya da sebep olabilir. Ancak, bir kişi (kolluk kuvvetleri de dahil), birisinin evine girip silahsız bir kişiyi öldürürse, bu durum cinayettir ve ağır bir biçimde cezalandırılmayı gerektirir.
Geçmişte yapılan fMRI araştırmaları, eğer bir kişinin yaptığı şeylerden sorumlu olduğuna dair karar vermemiz gerektiğinde, beynimizin dorsolateral prefrontal korteksinin aktif hale geldiğini ortaya koyuyor.
Neuron‘da yayımlanan araştırmada ise, eğer bu beyin bölgesinin invazif olmayan beyin uyarım tekniği (transkraniyal manyetik stimülasyon) ile kesintiye uğratıldığında; insanların, fail olduğu düşünülen kişiye daha az şiddette cezalar verdiği ortaya koyuldu.
Detaylı analizler, dorsolateral prefrontal kortekste kesintiler meydana gelmesinin; deneydeki insanların cezalandırma kararlarını, suçun içerdiği kastiyetten ziyade suçun sonuçlarına dayandırarak verme eğiliminde olmalarına neden olduğunu gösteriyor. Elde edilen bulgular, beynin bu bölgesinin, uygun cezai kararlara dair niyet ve sebep olunan zarar hakkındaki bilginin dengelenmesinde kritik bir rol oynadığının altını çiziyor. Araştırmacılar, diğer primat türleriyle karşılaştırıldığında; beynin bu bölgesinin, insanlarda önemli oranda bir genişleme gösterdiğini ileri sürüyor. Bu da, insan toplumlarında neden bu denli kompleks bir norm sisteminin evrimleştiğinin sebeplerinden birisi olabilir.
Bütün bu örnekler; başkaları hakkında vereceğimiz kararlarda beynimizin belirli bölgelerinin ne denli kritik roller üstlendiğine dair önemli bakış açıları sağlıyor.