Zahit Atam; Siyasal yükselişler ve komünist partiler!

Unutmayın insanlar film seyrederek ya da roman/hikaye okuyarak devrime örgütlenebilir, ama ekonomi politik okuyarak devrimci mücadeleye katılan insan sayısı her zaman daha sınırlıdır.
Zahit Atam; Siyasal yükselişler ve komünist partiler!
2020-08-11 06:40:55   Güncelleme: 2021-09-05 00:13:37    
İzninizle iki kıtadan 6 ülkeyi örnek vermek istiyorum, elbette birileri sen de kimsin, ne zaman teorisyen, tarihçi, siyasal önder oldun diyebilir, herkesin bildiği kendisine, ilgilisi için yazıyorum bunları.

LATİN AMERİKA: ARJANTİN, ŞİLİ, VENEZÜELLA

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, daha savaş bitmeden başlayan Soğuk Savaşın gölgesi altında, Latin Amerika kıtasını büyük bir devrim dalgası kapladı. Uzun süredir, batılı eğitim almış elit kesim, özellikle kökenleri Avrupa Kıtasındaki Devletlerden gelen insanlar bu ülkelerde siyasi iktidarda tam da yarı-sömürge denilen bağımlı devletleri kurmuşlardı.
19. yüzyılda başlayan ve bütün kıtada tek bir devleti, halkçı bir iktidarı amaçlayan ve kıtanın birleşmesini savunan anti-emperyalist görüşü asıl yaygınlaştıran bu ülkelerdeki bu bağımlı iktidarların emperyalizmin çıkarları ve onlarla işbirliği yaparak siyasal ayrıcalıklarını maddi çıkarlara dönüştüren iktidarlar altında yaşayan bu ülkelerdeki farklı muhalefetleri birbirine yaklaştırdı.
Sol ve Halkçılık yükselişteydi ve giderek kıta genelinde bir siyasal direniş fikri örgütleniyordu. Başı çeken gerçekten Halkçı ilk iktidar seçimle Arjantin’de oldu: Peron İktidarı. Latin ülkelerindeki aydınlar içinde Marksizm popülerdi ve Avrupa kültürünün bir parçası olarak bu ülkelerdeki orta sınıftan aydınlar için de muteberdi. Peron Çifti büyük nutuklar atıyor ve halk tarafından çok seviliyordu, Arjantin nüfusu az, doğal kaynakları zengin, nispeten sanayileşmiş bir ülkeydi. Peronlar karma ekonomiyi savunuyorlar ve örgütlü bir toplumdan açıkça yana tavır alıyorlardı. İşçi sınıfı giderek arttı, sanayileşme hızlandı, planlı kalkınma daha önce hiç görülmedik biçimde ülkeyi sanayileştirdi ve ortaya çıkan işçi sınıfını ise örgütledi. Sendikaların üye sayısı, sınıf bilincini oluşturma ve işçilerin eğitilmesi konularındaki atılımları şaşkınlık verici düzeyde iyiydi, örgütlü bir Arjantin yaklaşık 5 yıl içinde, 1950’ye geldiğimizde belirleyici olmuştu.
Bu sırada ABD ne yapıyordu? 1. School of Americas’ı kurmuştu ve burada gelecekteki darbe yapacak generalleri ve ordu komutanlarını yetiştiriyordu. Dünya Kapitalist Sistemindeki yeni hegemonik güç olduğu artık kabul ediliyordu, büyük bir sermaye ihracına başlamıştı ve yıkılan Avrupa’da devrimci kalkışmaları engellemeye odaklanmıştı.
Latin Amerika’da Peronculuk gerçek bir alternatif olarak ortaya çıktığında, kamulaştırmalar hızlandığında, ekonomik üretim arttığında, sosyal meseleler büyük oranda azaldığında, Arjantin Komünist Partisi kitabi ve Marksist ilkeler üzerinden dersler veren, Marksizm okulları kuran bir yapıdaydı ve Peroncu iktidarla ilişkisi hem mesafeyi kaldı hem de aktif siyaset içindeki ağırlığı çok azdı.
Arjantin’in ekonomik refahı öylesine artmıştı ki artık bir Latin Amerika ülkesi düzeyiyle alakası yoktu, yüksek hızlı kalkınma ve sanayileşme sonucu yapılan seçimlerde ABD’nin bütün karşı çalışmaları Peron’ların oy oranının % 70’e ulaşmasını engelleyemedi, ordu huzursuzdu, elbette ki ordunun üst kademeleri, çünkü bunlar Amerika’da eğitim almış ve geçmişteki sınıfsal ayrıcalıklarını kaybediyorlardı.
Arjantin’de Peronlara ilk ihtarlar geldiğinde Peron on yıl sonra Brezilya’da sürgündeyken olup bitenlerin farkında olmadığını, karşı-devrimci ve Amerikancı generallerin bu kadar halk karşıtı, halk düşmanı olabileceğine inanmadığı, aslında o yıllarda orduya karşı halk direnişini başlatması gerektiğini söyler. Ordu saf değildi, ama Amerikancılar kritik yerlerdeydiler, Peron’a savaşması gerektiğini söyleyen generallerde oldu, Peron kendi elleriyle kurduğu Arjantin’in kısmi yıkımı anlamına gelebilecek bu seçeneği tercih etmedi. Sonuçta ise yeni gelen ordu çok ciddi işçi sınıfı direnişlerine karşın, ciddi katliamlar ve işkenceler de yaparak on yıl içinde Arjantin’i yıktılar ve büyüme/sanayileşme/dünya kapitalizmiyle rekabet gücünü yitirdiler ve on yıl boyunca ihracat fazlası veren Arjantin sürekli büyüyen bir dış borçlanma sarmalına girdi. Arjantin Komünist Partisi Sovyetikti ve 30 yıl boyunca aktif militan siyasetin dışında kaldı. Latin Amerika’daki köklü Sovyet Karşıtlığının temellerini burada aramak gerekir: açıkça söylerler, yardıma ihtiyaç duyduğumuz anlarda hiç gelmediler, yenilgilerden sonra ise baskı altında sürgünlük zamanlarında yardım etmeye kalktıklarında ise her şey bitmişti.
Bunun ardından ise Şili’de bir kez daha Marksist bir iktidar seçimle başa geldi, Allende Marksist olduğunu söylüyordu, Peron ise Halkçıydı, ama Allende Peron’un oy oranlarına hiçbir zaman ulaşamadı. Peron döneminde uygulanan ekonomi ile Arjantin hızla büyümüş, sosyal refah artmış, sanayileşmiş ve halkın desteği giderek artmıştı, bunun yanı sıra Peron’un en büyük güvencesi olan milyonlarca örgütlü işçi sınıfının tam desteği arkasında vardı. Oysa Şili’de öyle olmadı, Allende dönemi iktidarı boyunca, siyasal olarak çok daha bilinçli bir sınıfsal söylemle iktidar konuşuyordu, buna karşın, Şili ekonomisinde durgunluk başgösterdi, toplumsal sorunlar azalmadı, hatta grevler olmaya başladı, dahası Şili’de hızlı kamulaştırmalar yapılamadı, üretim artışındaki azlık ise genelde bir memnuniyetsizlik yaratmıştı. Allende siyasi iktidarı son derece samimidir, ama seçimle gelen başarıyı önceleyen ve büyük bir kalkınma ve sosyal sorunları çözmeye yönelik planlı bir programı yoktu. ABD ise özellikle ülke ekonomisindeki şirketleri aracılığıyla ekonomiyi krize götürmek elinden geleni yaptı ve etkili oldu. Sonuçta darbe yapıldığında, Halk adına kesinlikle yapılmadı, ama toplumun huzursuz olduğu ve sorunlar yumağı bir ülkede gerçekleşti: halk hala Allende’yi destekliyordu, ama örgütlenme düzeyi çok etkili değildi. Darbe korkunç şiddetli oldu, ABD insanlık-dışı baskıyı bizzat örgütledi, kitlesel devrimci kıyımlar yaptı ve toplum korkunç şiddetin altında derin bir sessizliğe büründü.
Arjantin ve Şili deneyimleri çok açıkça gösteriyordu ki işçi sınıfını çok net örgütlemeyen ve sanayileşemeyen bir Üçüncü Dünya Ülkesi yıkılmaya mahkumdu. Arjantin’de ekonomik kalkınma büyük başarıya ulaşmıştı ve toplumun çok açık desteği vardı, buna karşın, halkına yabancılaşmış bir ordu, halk düşmanı iktisadi politikalarını ve baskıyı halkın iradesine karşı kullanabilirdi. Arjantin’in eski yapısını çözmek çok daha uzun sürdü, direniş çok uzun yıllara dayandı. Şili de ise birkaç yıl içinde eskiden eser kalmamıştı.
Üçüncü örnek ise açık bir SimonBolivarcı olan Venezüella’da gerçekleşti. Chavez ordu içinde yerli kökenli bir komutandı, siyasete doğrudan girmeden halkçı bir darbe yapmaya kalkıştı, darbe başarısız oldu, hapse girdi, affedildi, ordudan uzaklaştırıldı ve siyasete girdi. Kimse onun büyük bir başarıya ulaşacağını düşünmüyordu. Venezüella bir elit sınıf halkına yabancılaşmış ve ihtişamlı bir hayat sürüyordu: Çünkü Venezüella’nın büyük petrol rezervleri vardı ve özellikle ABD’ye petrol ihraç ediyordu. Bu elit sınıf çok büyük ücretlerle petrol ve türevlerini içeren sektörde çalışıyor, buna karşın halkın büyük kesimi yüzyılların öncesinde kalan bir yaşam tarzını aynen sürdürüyordu. Pek çoğunun nüfuz cüzdanı bile yoktu, okula gitmiyorlardı. Chavez Hareketi halkçı bir şekilde kentlerde odaklanmak yerine, bu kesimleri hedef aldı, ciddi bir okumuş insanlar emekçi halka karşı sorumludur anlayışı içinde halka okuma yazma öğrettiler, nüfus cüzdanları çıkardılar, geniş bir kesime vatandaşlık haklarını kullanmaları için imkan yarattılar ve sonuçta bu insanlar hayatlarında ilk kez oy kullandılar. Chavez bu halkın desteğiyle iktidara geldiğinde ise, Başta Küba olmak üzere, bütün kıtada solun sempatisini kazandı, desteklerle birlikte ülkedeki petrol gelirlerinin yeniden paylaşılmasından, halkın eğitilmesine, sağlık hizmetlerine kadar ülke yeniden imar edilmeye başlandı. Bu sırada ise Venezüella Komünist Partisi Chavez’e hep sınırlı destek verdi, ama hiç karşı çıkmadı.
Latin Amerikalı aydınları okursanız bu tuhaf halk-komünist ilişkisine ne diyor?
Çok basit bir yanıtı var bunun: Oidipus Kompleksi.
Nedeni şu: Komünistlerin refah düzeyi, eğitim düzeyi, Batı Kültürüyle kurdukları ilişkiler ve bu azgelişmiş ülkelerin sınıflaşma düzeyi arasındaki ilişkilerde genelde atıl kalıyorlar. Nitekim aslında üç ülkede de Komünist Partiler toplumu yeniden yapılandıracak politikaları gerçekleştiremediler, Halkçı hareketler ise büyük toplumsal hareketleri sağladılar.
Denilecektir ki Allende Marksist idi, doğru, buna karşın bu üç ülke içinde en zayıf sanayileşme hamlesi bu ülkede oldu ve yine en kısa süren iktidar dönemi ile, Sosyalist Düşüncenin ve örgütlerin kazınması süreci de bu ülkede yaşandı. Niçin? Devrim siyasal bir olaydır, ama bir ülkede sosyalizmi kurmak, bütün Marx’ı okuyanların bileceği gibi şimdiye kadar ki bütün toplumların tarihi, üretim sürecinin, kısacası üretim tarzının değişmesinin tarihidir, esasında belirleyici olan iktisattır, üretimdir.
“Bugüne kadarki tüm toplumların tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir. Özgür ile köle, patrisyen ile pleb, senyör ile serf, lonca ustası ile çırak, kısacası, ezen ile ezilen, birbiriyle sürekli bir karşıtlık içinde bulunmuş, birbirine karşı gizli ya da açık kesintisiz bir mücadele sürdürmüş, bu mücadele ya tüm toplum yapısının devrimci bir dönüşümüyle, ya da mücadele eden sınıfların hep birlikte çöküşüyle sonuçlanmıştır.” (KM, Marx/Engels)İlk ikisinde Sovyetlerin etkisi ve desteği çok sınırlı oldu, Venezüella’da ise Halk Devrimi geldiğinde Sovyetler kalmamıştı, bu kez devreye giren Küba oldu, hem manevi olarak hem de eğitimli insan katkısıyla.

AVRUPA TARİHİNDEN ÜÇ ÜLKE: ALMANYA, FRANSA, İTALYA

(Perry Anderson’un Tarihsel Materyalizmin İzinde kitabından geniş ölçüde faydalanarak özetliyorum)
Rus Devriminin zaferinden ve tecridinden sonra, bunca zaman değişmeden kalan Batı Marksizminin görünümü temel olarak Bolşevikler tarafından açılan 1917’deki ilk kapitalist dünyadaki kalıcı gedikten sonra, Kıta Avrupa’sında ileri kapitalizmin kalelerindeki işçi hareketlerinin art arda gelen yenilgilerinin ürünüdür. Söz konusu yenilgiler üç dalga halinde ortaya çıktı:

1- Birinci Dünya Savaşının hemen ardından Orta Avrupa’da patlayan proleter başkaldırı –Almanya, Avusturya, Macaristan ve İtalya’da- 1918-1922 arasında bastırıldı, öyle ki faşizm on yıl içinde bütün bu ülkelerde zafer kazanacaktı. Walter Benjamin’in mükemmel ifadesiyle, “faşizm, yenilgiye uğramış devrimci kalkışmaların cezasıydı”.

2.Otuzların sonlarında İspanya ve Fransa’daki Halk Cepheleri, İspanya Cumhuriyetinin yıkılışı ve Fransa’da Halk Cephesinin 1938 yılında çöküşü ve iki yıl sonra Vichy yolunu açması sonucu dağıldı.

3-Batı Avrupa’da 1945-46’da yaygınlaşan ve kitleselleşen Komünist ve Sosyalist Partiler tarafından yönlendirilen direniş hareketleri, büyük oranda Nazizme karşı yükselttikleri silahlı mücadeleyi, sonradan kalıcı bir siyasi hegemonyaya dönüştüremediler. Sonuçta, savaş sonrası gerçekleşen uzun süreli ekonomik genişleme döneminde, istikrarlı parlamenter demokrasiler ve OECD düzeni içinde ortaya çıkan tüketim toplumları bünyesinde, ağır ağır ve karşı konulmaz bir biçimde, emeği sermayeye tabi kıldı. Komünist partiler sürece müdahalede etkisiz kaldılar, etkileri azaldıkça da atıllaştılar.
İşte bu genel tarihsel koşullar altında, yeni bir Marksist teori ortaya çıktı, Doğu’da ve SSCB’de, Stalin dönemi kurumsallaştı ve teorik alanda hiçbir iddiası kalmadı. Sovyetler Birliğinde Siyasal ve İktisadi Teoride hiçbir iddialı ve önemli eser üretilmedi, giderek dünya devrimi projesinden uzaklaştılar, akademi büyük bir gerileme yaşamıştı. Kitapsız parti sekreterleri dönemi başladı.
Batıda ise dünyanın en eski ve en büyük kapitalist toplumları olan İngiltere ve ABD’nin bekası, tabandan devrimci bir meydan okumayla rahatsız edilmeden sürüyordu. Bu iki kanat arasında, her türlü sosyalist düşüncenin zorunlu ufkunu oluşturan yığınsal siyasi pratiği maddileştirerek sermayeye karşı esaslı bir devrimci tehdit oluşturacak kadar güçlü, ancak henüz sermayeyi gerçekten devirecek kadar da güçlü olmayan bir süreç yaşandı. Tersine her kritik sınavda birbirini izleyen radikal bozgunlara uğrayan bir işçi hareketine sahip toplumlarda, klasik Marksizm döneminden farklı yeni bir Marksizm serpildi. Almanya, İtalya ve Fransa 1918-1968 arasındaki elli yıllık dönemde Batı Marksizminin anavatanı durumuna gelen üç ana ülke oldular. Batı Marksizminin doğasının kendisine eşlik eden ve çevresini saran felaketlerin izini taşıması kaçınılmazdı.
Her şeyden önce Batı Marksizmi büyük oranda bir devrim stratejisinden ve devrimci bir örgütlenmeden bağımsız bir şekilde kuruldu, kitleyle, partiyle bağlarının kopması kaçınılmaz biçimde Batı Marksizmi ya siyasal değerlendirmelere ya da gittikçe daha esoterik biçimlere bürünen felsefeye yöneldi. Bu anlamda Batı Marksizmi klasik Marksizm ve Marx’ın eserlerinde görülen, felsefeyi, siyaseti ve iktisadı birleştiren yapısından uzaklaşıp gittikçe özelleşmiş alanlarda yoğunlaşırken, bütünlüklü analizler arka planda kaldı. Bunun en tipik sonucu, örneğin felsefe alanında yabancılaşma tartışmalarının Marx’ın yazılarında üretim sürecinde insanın emeğinin ürününe yabancılaşması üzerinden kurulurken, Batı Marksizmindeilk önce insan ve dışsal dünya, ardından, insan toplum ilişkileri, ardından insanın kendisine yabancılaşması, insanın değerlere yabancılaşması alanlarına doğru değişim geçirdi. Somut durumun somut analizi gittikçe azalırken, felsefik düzlemde kavramlarla duyumlarla fikirlerle çok daha ustalıklı oynayan ve hayattan somuttan pratikten uzaklaşan biçimlere büründü.
Batı Marksizminin üç kurucusunun kariyerlerine baktığımızda, Birinci Dünya Savaşı sonrasında, her biri kendi ülkesindeki komünist hareketin aktif bir önderi ve örgütleyicisi olan Lukacs, Gramsci ve Korsch olduğu görülür. Başlangıçta siyasetle, örgütle bağları vardı, ancak teorik üretimleri büyük oranda bu öncülerin sürgünde veya hapiste tükenip gitmeleriyle, teori ile pratik, geçen zamanın baskısı altında bir daha bir araya gelmemek üzere ayrı yerlere sürüklendiler. Bir söylem olarak Marksizmin mevzileri, giderek, sendikalar ve siyasal partilerden araştırma enstitülerine ve üniversite kürsülerine doğru değişim geçirdi. Yirmilerin sonu ve otuzların başında Frankfurt Okulunun yükselişi ile resmi olarak başlayan değişim, akademide bir kürsüye sahip olmak üzerine sınıf savaşında bir kariyeri olan belli bir ağırlığa sahip Marksist teorisyenlerin nadir görüldüğü ellilerin kızgın Soğuk Savaş döneminde fiilen mutlaklaştı.
Sınıf savaşından bu uzaklaşma entelektüel odaktaki değişime yansıdı. Marx’ın kendi çalışmalarında izlemiş olduğu felsefe, siyaset bilimi ve iktisat sırası, Batı Marksizmi tarafından tersine çevrildi. Sonuç olarak Marksist bir çerçevede kapitalizm üstüne temel iktisadi analizler Büyük Bunalımdan sonra büyük ölçüde son buldu (1930’lar). Bunların yerine Burjuva devletin siyasal tahlilini yapmaya çalışan Gramsci’den sonra ise siyasal değerlendirmeler de giderek azaldı. Ardından ise gerçekleştirilebilir bir sosyalizme giden yollara dair strateji tartışması hemen hemen tamamıyla ortadan kalktı. Bunların yerini, giderek yöntem sorunları üzerinde odaklaşan katışıksız felsefi söylemin yeniden canlanması yaşandı, sonuç olarak da nitelik bakımından somuta dayanmaktan daha çok epistemoloji ön plana çıkmaya başladı.
Yeni daraltılmış parametreleri içinde, bu geleneğin parlaklık ve üretkenliği hangi ölçülere vurulursa vurulsun, olağanüstüydü. Marksist felsefe yalnızca geçmişteki vasat seviyelerin çok ötesinde olan genel bir yetkinleşme düzeyine ulaşmakla kalmadı. Batı Marksizminin başlıca simgeleri olan bu isimler siyasal ve iktisadi yapı ve altyapı üzerine çalışmalardaki ihmallerinin parlak bir telafisiymişçesine:
Kültürel süreçlerdeki, üstyapının daha yüksek seviyelerine yöneldiler ve araştırmalara öncülük ettiler. Artık pratik ve siyasal mücadele tartışmalardan uzaklaşmıştı. Ayrıca, tarihsel materyalizmin bu alanda daha önce hiç ulaşmadığı hayal gücü ve hassasiyetle çeşitli düşünürlerde ardı ardına yankı bulan sanat ve ideoloji, bu geleneğin büyük kesiminin imtiyaz sahası oldu. Bu süreç yaklaşık olarak elli yıl devam etti, Batı Avrupa’daki kitleselleşmiş komünist partilerin ise entelektüel, felsefi ve ekonomi politik alanlarındaki üretimi çok cılızdı ve teori alanını boşaltmışlardı, teorik olarak toplumsal olarak öncü konumları kalmamıştı. Siyasal olarak ise Komünist Partiler gittikçe radikallikten uzaklaştılar ve özellikle Refah Devletleri içinde atıllaştılar, 1970’lerde ise proletarya diktatörlüğü kavramını programlarından çıkaran komünist partiler oldu. Bu partiler, artık sokağın sesini temsil etmiyorlardı ve gittikçe daha muhafazakâr bir konuma doğru savruldular, değişimin gerisinde kaldılar.
Bu uzun ve düş-kırıklıklarıyla dolu gelenek yetmişlerin dönemecinde, artık tükenme durumuna geliyordu, çünkü özellikle gençlik içinde komünist partilerden beslenmeyen ve ulusal partilerden ayrı olarak serpilip gelişmiş radikal 68 hareketi gündeme geliyordu. Bütün 60’lar boyunca Almanya, İtalya, Fransa, İngiltere ve ABD’de gençliği temsil eden siyasal bir örgütlenme kanalı kalmamıştı. Komünist Partiler ise radikalleşmek ve onları içermek yerine giderek daha fazla merkeziyetçi, eylemden uzak partilere dönüştüler. Tam bu sırada büyük öğrenci hareketleri dalgasının işçi sınıfının muazzam ölçülerdeki birliklerinin Spartakistler ya da Torino konseyleri günlerinden beri görülmemiş türde yeni bir siyasal başkaldırı içine girdiği Batı Avrupa’da, gerçekten de kapitalist dünyanın tam göbeğinde, kitlesel ayaklanmalar büyük canlılık gösterdi. Fransa’daki Mayıs patlaması, 1969’da İtalya’daki endüstriyel militanlık dalgası, madencilerin 1974’te İngiltere’de Muhafazakar hükümeti deviren tarihsel grevi ve birkaç ay sonra da Portekiz’de en klasik türden bir devrimci duruma doğru hızla radikalleşen ayaklanma izledi.
Ne yazık ki bu kitlesel ve toplumu sarsan olayların hiçbirinde isyanın itici gücü, ister Sosyal Demokrat, ister Komünist olsun, Sol Partilerden kaynaklanmamıştı. Söz konusu olaylar, Batı Marksizmi üzerinde böylesine olumsuz bir iz bırakmış olan, sosyalist teori ve kitlesel işçi sınıfı pratiği arasındaki yarım yüzyıllık ayrılığın sona ermesi ihtimalinin bir belirtisi gibi görünüyordu. Öte yandan, uzun süren savaş sonrası Batılı Ülkelerdeki ekonomik genişleme 1974’de ani bir kesintiye uğruyor, ileri kapitalizmin temeli olan sosyo-ekonomik istikrar hakkında 25 yıldır ilk kez sorular sorulmaya başlanıyordu. Artık nesnel ve öznel koşullar, bir başka tür Marksizme giden yolu hazırlıyor gibiydi.
Şimdi tarihin bir değerlendirmesini yaptığımızda, bir yandan işçi sınıfından ve onun örgütlenmesinden kopan Marksist Kanal, diğer yandan ise Marksist teori ve devrim perspektifinden kopan ve eylem alanında statikleşen ve hayali bir devrimci dalgayı bekleyen, atıllaşmış komünist partiler. Hangisi çıkar yoldur?
İkisi de çıkış noktasına yabancılaşmıştır, toplumu dönüştüremediği için Batı Marksizmi o kadar savunduğu ve aradığı özgürlüğü maddileştirememiş, işçi sınıfından büyük oy alan ve sendika yönetimlerinde etkin olan, ama toplumsal olarak dinamik unsurları temsil etmediği gibi işçi sınıfını da giderek sendikal taleplerle sınırlayan ve atıllaşan komünist partiler ise özgürlük arayışından uzaklaşmışlardı.
Türkiye’ye geldiğimizde benzeri bir durumla karşı karşıya kalıyoruz: Deniz Gezmiş ilk gençlik yıllarında TİP üyesiydi, ama ne tip ne de TKP bu gençliğin mücadele beklentisini karşılayacak örgütlenme kanalları kuramadı, gittikçe daha arka planda kaldılar. Gençlik içindeki örgütlenme yalnızca üniversitelerle sınırlı hiç kalmadı, fabrikalara, ilçelere, semtlere de yayıldı, ama bu kez merkez kayboldu. Atıllaşan yapıların eyleme yabancılaşması, eylemcilerin teoriden uzaklaşması Türkiye tarihinin en tipik sorunudur, aslında kaba ölçülerle Batıdaki durumun yerli versiyonlarıdır, biz de sadece daha radikal uçlara savruldular, teori alalında ise daha güdük eserler ürettiler. Devrim tartışmaları ise Türkiye’nin siyasal dinamikleri ve sosyo-ekonomik formasyonu üzerine değil, daha çok ithal edilen ve dünyadaki belirli siyasal devrimleri kendine model alan bir biçime büründü. İster inanın isterse inanmayın Türkiye solunun tarihinde başta Ekim Devrimi olmak üzere, dünyanın değişik örgütlenme ve devrim stratejileri Türkiye’nin sosyo-ekonomik formasyonu üzerine inşa edilmiş devrim stratejisi tartışmalarından hem geçmişte hem de bugün çok daha fazladır. Türkiye solu kendince dünyayı tartışmış, Türkiye’yi incelememiştir, hatta büyük oranda konu dışı bırakmıştır.
Şunu net olarak biliyoruz, kitlesel olaylar, düzenin potansiyel muhalif damarları, tarihsel çatışma eksenlerinden beslenmeyen, bütün bunların dışında Marksist ilkeleri savunarak duran bir Komünist Parti atıllaşmak, sokaktan uzaklaşmak durumundadır ve daha da önemlisi bir süre sokaktaki insanda ona yüz çevirmeye başlar. Onlardan farklı bir dil kullanır. Bu yabancılaşmanın sonucu Komünist Partinin tribüne çıkmasıdır ki oradan ne kadar muhteşem taktikler verse de, ne kadar ilkeli kalsa da sahada mücadele eden insanların dayanak noktası, eylem rehberi olamaz, bilinç Leninist Örgütte eylem içinde taşınır. Hiçbir toplum bir anda parti yayınları okuyarak, büyük ilkeleri bir anda kendine rehber edinmez, devrim yapalım demez, öncü partinin yönlendirmediği durumlarda hiçbir kitlesellik devrimci bir krize dönüşemez.
Parti önderlerinin eylemlere katılmadığı ve kitleden uzak kaldığı, kitlenin yalnızca yazılarıyla ulaştığı bir parti sahada değil, tribündedir, tarihe baktığımızda önderliğin pasifliğinden şikayet edildiğini çok görürüz, ama önderliğin aktifliğinden, sahada olmasından dolayı şikayet edildiğini hiç bilmiyoruz.
Bir ülkede sosyo-ekonomik formasyon, ekonomi politik (bunlar Marx’ın eserleri üzerine tartışmalarla değil, bizzat içinde mücadele edilen ülkenin üretim tarzı ve üretim ilişkileri üzerine tartışmalardır), kültürel alan boş bırakılarak komünistlerin mücadele etmesi ve yayınlarında güncel politik tartışmaların dışında kendi özgün üretimi olmaması, o ülkede devrimci partinin kısırlığının en önemli göstergesidir. Manşet gazeteciliği yaparak kitleleri örgütleyemez ve bilinçlendiremezsiniz. Unutmayın insanlar film seyrederek ya da roman/hikaye okuyarak devrime örgütlenebilir, ama ekonomi politik okuyarak devrimci mücadeleye katılan insan sayısı her zaman daha sınırlıdır.