Ruh ve akıl sağlığı ile ilgili psikolojik rahatsızlıklar, kişilik bozuklukları, bipolar, şizofreni, borderline gibi durumlara dair terapiler, psikolojik rahatsızlıklar ile ilgili psikolog ve psikiyatrist önerileri ve son dakika haberleri.
Psikoloji veya ruh bilimi,[1] davranışı ve zihini inceleyen bilimdir.[2] Bilinçli ve bilinçsiz olayların yanı sıra daha çok duygu ve düşüncenin incelemesini içeren Psikoloji, çok kapsamlı bir bilimsel alandır. Bu alanda uzman olan ve aynı zamanda bilgi araştırması yapanlara psikolog denir. Psikologlar, beyinin ortaya çıkan özelliklerini ve bu ortaya çıkan özelliklerle bağlantılı tüm fenomenleri anlamaya çalışırlar ve bu şekilde daha geniş nöro-bilimsel araştırmacı grubuna katılırlar.[3] Psikoloji bilimi, bir sosyal bilim olmasına rağmen aynı zamanda doğa bilimleri olarak da kategorize edilebilir. Özellikle beyin biyolojisi bilgisini oldukça kullanır ve geliştirir.[4]
Organizmaların hem doğrudan gözlenen davranışları, hem de düşünme, zihinde canlandırma, hatırlama ve hayal etme gibi doğrudan gözlenemeyen karmaşık zihinsel süreçleri psikolojinin inceleme alanına girer.[5] Bir yandan algı, dikkat, duygu, motivasyon, zekâ, kişilik gibi içsel süreçler; bir yandan kişiler arası ilişki süreçleri (örneğin aşk, evlilikte uyum ve çatışma, anne ve çocuk arasında bağlanma gibi), grup-içi (örneğin gruba uyma ve itaat etme) ve gruplar arası ilişki süreçleri (örneğin gruplar arası önyargı ve ayrımcılık, kolektif eylem vb.) psikoloji biliminin çalıştığı konulardır. Psikoloji bilimi dâhilinde hem insanların, hem hayvanların davranışları çalışılabilir. Tüm bu özellikleriyle psikoloji, hem fen ve tıp bilimleri ile hem de sosyal bilimlerle yakından ilişkilidir.
Psikolojinin hedefi, zihinsel süreçleri ve davranışları tanımlamak, neden ve nasıl oluştuklarını açıklamak, ileride nasıl bir değişim-gelişim göstereceklerini öngörmek ve bu süreçleri kontrol etmektir. Bu hedefler doğrultusunda görgül yöntemlerle –örneğin deneysel ya da korelasyonel yöntemler- araştırmalar yürütülür. Psikoloji biliminin ürettiği bilgiler, insan etkinliklerinin değerlendirilmesi ve düzenlenmesi ile ilgili pek çok alanda kullanılır.
İçindekiler
1 Etimoloji
2 Geçmişi
3 Yaklaşımlar
4 Psikolojide öncü kadınlar
5 Anahtar soruları
6 Temel alt alanları
7 Uygulama alanları
8 Araştırma yöntemleri
9 Kaynakça
Etimoloji
”Psikoloji“ terimi ilk defa 16. yüzyılda Marko Marulić tarafından[6] Yunanca’da ”ψυχή psiyçē“ ruh ve ”–λογία –logia“ araştırma terimlerinin birleşmesi ile ruh araştırması olarak yaratılmıştır.[7][8][9][10] Türkçe’ye Fransızca psychologie teriminin çevrimi ile girmiştir.[5]
Geçmişi
İlk psikoloji laboratuvarının kurucusu Wilhelm Wundt
Psikolojinin incelediği zihin ve davranış kavramları eski Mısır, İran, Yunan, Çin, Hint uygarlıklarında felsefenin inceleme konusu olmuştur. Ancak 19. yy'da pek çok bilim gibi, psikoloji de felsefeden bağımsızlığını ilan etmiştir.[11] Psikolojinin bir bilim dalı olarak doğmasına, 1876 yılında Almanya’da Leipzig Üniversitesi'nde kurduğu psikoloji laboratuvarı ile Wilhelm Wundt ön ayak olmuştur.[11] Wundt, kendini psikolog olarak tanımlayan ilk kişidir. Psikolojinin pozitif bir bilim olarak ortaya çıkışına ilk önemli katkıları koyan diğer isimler şunlardır: Hermann Ebbinghaus (hafıza üzerinde deneysel çalışmalar yaptı), Ivan Pavlov (psikoloji ile fizyoloji arasında ilk kez ilişki kurdu, öğrenme süreçlerini deneysel olarak inceleyerek klasik şartlanma kavramını getirdi), John B. Watson (davranışçı yaklaşımın ABD’deki temsilcisi oldu).
Deneysel psikolojinin Almanya ve ABD'de gelişmesinin peşi sıra psikolojinin uygulamalı alanları doğmuştur. 19. yy.'ın son yıllarında G. Stanley Hall ve John Dewey psikoloji biliminin ABD'de eğitim alanındaki uygulamalarına öncülük etmiştir. Hugo Münsterberg psikolojinin endüstri, hukuk ve diğer alanlardaki uygulamaları üzerine yazmaya başlamıştır.[12] 1890'larda Lightner Witmer ilk psikoloji kliniğini kurmuştur.[13] Yine aynı yıllarda James McKeen Cattell, ilk zeka testi uygulamalarını başlatmak üzere Francis Galton'un antropometri yöntemini uyarlamıştır.[11] Öte yandan Viyana'da Sigmund Freud, zamanla çok popülerleşecek olan psikanaliz kuramını ve yöntemlerini geliştirmiştir.
20.yy'da psikolojinin soyut ve muğlak bir kavram olan zihni incelemesine bir tepki doğmuştur. Edward B. Titchener tarafından getirilen eleştiriler, John B. Watson'un davranışçılık yaklaşımını geliştirmesine katkıda bulunmuştur. Bu yaklaşım, B.F. Skinner tarafından popüler hale getirilmiştir. Bu yaklaşımda, zihin yerine gözlenebilen ve ölçülebilen davranışın incelenmesi savunulur.
20.yy.'ın sonlarına doğru insan zihnini çalışmak üzere disiplinler arası bir alan olan bilişsel bilimler gelişmiştir. Zihin, tekrar bilimin popüler bir inceleme konusu haline gelmiştir.
Yaklaşımlar
Yapısalcılık yaklaşımı (bilinç psikolojisi ya da strüktüralism)
Bu yaklaşıma göre psikolojinin görevi bilincin ve bilinci oluşturan zihinsel olayların -duyumlar, imajlar, duygular- incelenmesidir. Bu amaçlar doğrultusunda içebakış yöntemi ile bilgi toplanır. İçebakış, deneklere bir uyaran verip onlardan neler hissettiklerini çok detaylı olarak anlatmasını istemeye dayalı bir yöntemdir. Yapısalcılara göre tıpkı su molekülünün atomik bileşenlerine (hidrojen ve oksijen) ayrıştırılması gibi, bilinç de temel bileşenlere ayrıştırılabilir. Acılık-tatlılık, soğukluk-sıcaklık, donukluk-canlılık gibi saf duyumlar bilincin temel bileşenleri olarak kabul edilebilir. Yapısalcılığın iki önemli temsilcisi şunlardır: Wundt ve Titchener. Wundt Almanya'da bir psikoloji laboratuvarı kurmuş, onun öğrencisi olan Tichener ise Wundt'un psikolojiye yaklaşımını ABD'ye taşıyarak Cornell Üniversitesi'nde bir psikoloji laboratuvarı oluşturmuştur. Titchener'dan sonra bu yaklaşım pek fazla yaşamamış olsa da, psikolojinin pozitif bir bilim olarak temellerinin atılmasındaki katkısı açısından bu yaklaşım psikoloji tarihinde önem taşımaktadır.[14]
İşlevselcilik yaklaşımı
20. yüzyılın başlarında ABD'de yapısalcılık yaklaşımı etkisini yitirirken, işlevselcilik yaklaşımı gelişmeye başladı. Yapısalcılığa tepki olarak doğan bu yaklaşıma göre psikolojinin görevi, yalnızca bilincin yapıtaşlarını belirlemek olamaz; asıl görevi bilincin işlevlerini -nasıl çalıştığını ve ne işe yaradığını- incelemek, insan zihninin değişen çevre şartlarına nasıl uyum sağladığıyla ilgilenmektir. İşlevselciliğin bakışından davranış, organizmanın çevresine uyum çabasıdır. İşlevselciler, Charles Darwin’in Evrim Kuramı’ndan etkilenmiş, zihni bedenden ayrıştırılamaz olarak görüp bu ikisi arasındaki ilişkiyi anlamaya odaklanmışlardır. Kuramın başlıca temsilcisi William James'tır. James'a göre bilinç, yapısalcıların iddia ettiği gibi bileşenlerine ayrıştırılabilecek sabit bir yapı değildir; süregiden bir akıştır. Bu yaklaşımın psikolojiye temel katkısı, sadece zihinsel süreçleri değil davranışları da psikolojinin inceleme alanına dahil etmesidir. Ayrıca yapısalcılar içgörü yöntemini uygulamak üzere eğitilemediklerinden hayvanlar, çocuklar ve zihinsel engelliler üzerinde çalışma yapmazlarken işlevselciler bu gruplar üzerinde de çalışmışlardır.[14] Günümüzde ne yapısalcılık ne de işlevselcilik akımları varlığını sürdürmektedir, fakat 20. yy.'ın başlarında işlevselciler ve yapısalcılar arasındaki tartışmalar sayesinde çağdaş psikoloji akımlarının ortaya çıkması mümkün olmuştur.
Davranışçılık yaklaşımı
Klasik koşullanma
19. yüzyılın sonlarında doğan bu yaklaşımda psikolojinin konusunun ölçülebilen ve gözlenebilen davranışlar olması gerektiği savunulur. Davranış organizmaların içten ya da dıştan gelen uyarıcılara verdikleri tepkilerdir ve davranışa dair bilgi toplamak için doğa bilimlerinde kullanılan nesnel yöntemlere -deney ve gözleme- başvurmak gerekir. Davranışçılar, organizmaların çeşitli davranışlarının, çevrelerinden gelen ödüllendirme ve cezalandırmalara bağlı olarak nasıl değiştiğini, yeni davranışların nasıl öğrenildiğini veya halihazırdaki davranışlarını nasıl yeni durumlara uyarlandığını inceler. Davranışçılığa göre belirli uyarıcılara maruz kalan her organizma, aynı tepkiyi verir, yani bireysel farklılıkların önemi yoktur. Davranışların nedenlerini, organizmanın içsel özelliklerinde değil, içinde bulunduğu çevredeki uyarıcılarda aramak gerekir. Ayrıca bu yaklaşımda, insan ve hayvan davranışlarının aynı öğrenme yasalarına dayandığı iddia edilir. Dolayısıyla hayvan davranışlarını gözleyerek insanlar için de geçerli olan öğrenme yasalarını anlamak mümkündür. Bu ekolün başlıca temsilcileri şunlardır: Watson, Skinner, Pavlov.
Gestalt yaklaşım
1890'larda Almanya'da doğan bu yaklaşımda, psikolojik deneyimi çözümlemeye çalışan yapısalcılığa karşıt bir biçimde, psikolojik deneyimin bir bütün olduğu ve parçalarına ayrıştırılarak incelenemeyeceği görüşü savunulur. Gestaltçılara göre, en ilkel ve basit olan psikolojik deneyimler dahi karmaşıktır. Bu karmaşıklığa rağmen, algının gerçekleşmesi temel bazı prensiplere uygun olarak gerçekleşir ve psikolojinin hedefi bu temel prensipleri keşfetmektir. Bunun yolu doğal gözlem ve deneydir. Davranışçılardan farkı olarak Gestaltçılar, psikolojide etki-tepki ilişkisine odaklanılmasına karşı çıkmış ve etkinin tepkiye dönüşürken deneyimlenen bilişsel süreçlerin incelenmesini önemsemişlerdir. Gestalt psikolojisinin başlıca temsilcileri şunlardır: Wolfgang Köhler, Max Werthemeir, Kurt Koffka. 1930'larda Almanya'daki Nazi hakimiyeti sırasında Gestaltçıların başlıca temsilcileri ABD'ye göç etmiş, böylelikle bu yaklaşım ABD'de de tanınmıştır. Günümüzde bu yaklaşımındaki temel fikir -zihnin dış uyaranlara doğrudan tepki vermeyip öncelikle onu yorumlayıp anlamlandırdığı fikri- bilişsel psikologların öğrenme, bellek, problem çözme ve hatta psikoterapi hakkındaki fikirlerinde kendini göstermektedir.
Psikanalitik yaklaşım
1890'larda doğan bu yaklaşıma göre psikoloji kişilerin bilinçdışı korkularını, isteklerini ve güdülerini ortaya çıkarmayı hedeflemelidir. Sigmund Freud’un klinik gözlemlerine dayanarak geliştirilen bu yaklaşımda normal insan davranışlarını anlamaya değil, anormal davranışları anlamaya odaklanılmıştır. Bu yaklaşım ruhsal hastalıkların tedavisi, kişilik ve gelişim psikolojisi alanlarında etkili olmuştur. Bu yaklaşımda araştırma yöntemi olarak telkin, terapi, hipnoz, rüya yorumu ve biyografi tercih edilir. Bu yaklaşımda bilinçaltı kavramına çok önem verilir. Freud’un kurucusu olduğu bu yaklaşımı devam ettiren ve yenileyen birkaç önemli isim, Alfred Adler ve Carl Gustav Jung' ve Karen Horney olmuştur. Bu üç isim, Freud'un orijinal kuramına pek çok eleştiri getirerek kendi kişilik kuramlarını oluşturmuşlardır. Freud, günümüzde önemli bir popüler kültür figürüdür. Freud'un kuramındaki pek çok kavram - örneğin bilinçdışı, bastıma, rasyonelleştirme...gibi- gündelik dile yerleşmiştir. Buna karşılık, psikanalitik yaklaşımla yapılan bilimsel çalışmalar kısıtlıdır.
Hümanist (insancıl) yaklaşım
Maslow'un İhtiyaçlar Hiyerarşisi
20.yy.'ın ortalarında doğan bu yaklaşımda her bir bireyin kendi geleceğine yön vermede özgür olduğunu, geniş bir kişisel gelişim kapasitesine sahip olduğunu, önemli miktarda içsel değere ve kendini gerçekleştirme potansiyeline sahip olduğuna dikkat çekilir. Davranışçılık ve psikanalizdeki determinist tutuma bir tepki olarak doğmuştur. Hümanistlere göre insanlar, çevresel ve içsel faktörlerin esiri değildirler çünkü hür iradeleri, seçme özgürlükleri ve kendi davranışlarını denetleme güçleri vardır. Başlıca temsilcisi Abraham Maslow'dur.
Bilişsel yaklaşım
1950'lerden itibaren gelişip yaygınlaşan bu yaklaşımda insan tepkilerinin çevredeki uyarıcılar karşısında pasif olduğu görüşüne karşı çıkılır ve insan zihni uyarıcıları algılayan, yorumlayan ve anlamlandıran aktif bir varlık olarak kabul edilir. Bilginin insan zihninde nasıl işlemlendiğinin ve depolandığının incelenmesi hedeflenir. Bu amaç doğrultusunda akıl yürütme, tümevarım ve deney ile veri toplanır. Önemli temsilcilerinden biri Jean Piaget'dir.
Biyolojik yaklaşım (davranışsal nörobilim, psikolojik biyoloji)
Bu yaklaşımda davranışların nedenlerini anlayabilmek için organizmanın biyolojik yapısını anlamak gerektiği savunulur. Kişinin öğrenme süreçlerini, kişiliğini, belleğini, güdülerini, duygularını ve problemlerle başa çıkma tekniklerini etkilemek üzere genlerin, hormonlarının ve sinir sisteminin dış çevre unsurları ile nasıl bir etkileşime girdiği incelenir ve bu incelemelerde deneysel yöntem kullanılır.
Sosyokültürel yaklaşım
Kültürel ve etnik benzerlikler ve farklılıkların kültürün üyelerinin zihinsel süreçleri ve davranışları üzerindeki etkisini inceler.
Psikolojide öncü kadınlar
Karen Horney, öncü kadın psikologlardandır.
Psikoloji biliminin geliştiği yıllarda, pek çok farklı bilimde olduğu gibi, kadınlara yönelik önyargılar kadın bilim insanlarının alana katılımını engellemiştir. Bu durum, psikoloji bilimindeki çeşitli yaklaşımların ünlü temsilcilerinin hep erkekler olmasına yol açmıştır. Ancak karşılaştıkları engellere rağmen psikolojiye önemli katkılar yapan bilim kadınlar vardır.[15]
Christine Ladd-Franklin (1847-1930): John Hopkins Üniversitesi'nde psikoloji doktorasını 1880'li yılların ortasında tamamlamış, ancak 40 yıl sonra kadınlara doktora derecesi vermenin uygun olduğuna karar verilerek kendisine doktor unvanı verilmiştir. Renkleri görme ile ilgili çok itibar gören bir evrimsel kuram geliştirmiştir.
Margaret Floy Washburn (1871-1939): Psikolojide doktora derecesi alan ilk kadındır. Doktorasını Cornell Üniversitesi'nden almıştır. Hayvan davranışları ile ilgili çalışmaları vardır.
Leta Stetter Hollingworth (1886-1939): Çocuk gelişimi ve kadınlarla ilgili konulara odaklanan ilk psikologlardandır. Kadınların adet dönemindeyken yeteneklerinin düştüğüne dair 1900'lerin başında popüler olan görüşü çürütecek veriler toplamıştır.
Mary Whiton Calkins (1863-1930): 1905'te Amerikan Psikologlar Derneği'nin ilk kadın başkanı olmuştur. Doktora eğitimini Harvard Üniversitesi'nde tamamlamıştır. William James tarafından en başarılı öğrencilerinden olarak tanıtıldığı halde Harvard Ünviersitesi ona kadın olması sebebiyle doktor unvanını vermeyi reddetmiştir.
Karen Horney (1885-1952): Kişiliğin arkasındaki sosyal ve kültürel özelliklere odaklanmıştır.
Anna Freud (1895-1982): Sigmund Freud'un kızı olan Anna Freud, anormal davranış tedavisinde önemli katkılar yapmıştır.
Mamie Phipps Clark (1917-1983): Çocuğun ten renginin büyürken ırksal farklılıkları algılamasını nasıl etkilediğine yönelik öncü çalışmalar yapmıştır.
Anahtar soruları
Psikolojinin değişik yaklaşım ve dallarının cevap aradığı bir dizi temel soru vardır ve psikolojik yaklaşımlar, bu temel sorulara verdikleri cevaplar açısından farklılaşırlar. Çok farklı alanlarda çok farklı yöntemlerle çalışıyor olsalar da pek çok bilimsel çalışmayı psikoloji çalışması genel başlığı altında toplayan şey, hepsinin şu ya da bu şekilde bu soruları cevaplamaya ilişkin olmalarıdır.
Çevre mi, kalıtım mı?
“Davranışlarımızın ne kadarı kalıtımsal ne kadarı çevre etkisinin sonucudur?” Derin felsefi ve tarihsel kökleri olan bu soruya, psikolojik yaklaşımların cevapları farklı farklıdır. Örneğin biyolojik yaklaşım davranışlarımızın kalıtımsal yönünü ortaya çıkarmada kullanılırken, davranışsal yaklaşım çevre etkisini ortaya koyar. Bu nedenle biyolojik yaklaşımı benimseyen bir gelişim psikoloğu insanların gelişimi ve değişimindeki kalıtımsal etkenleri, davranışsal yaklaşımı benimseyen bir gelişim psikoloğu ise çevresel etkenleri araştıracaktır.
Bilinç mi, bilinçdışı mı?
Davranışlarımızın ne kadarı bilinç süreçlerinin, ne kadarı bilinçdışı süreçlerin sonucunda oluşur? Bu, psikolojideki en büyük tartışma konularından birisidir. Psikodinamik yaklaşımı benimseyen bir klinik psikolog anormal davranışların sebebini bilinçdışı güçlerde ararken, bilişsel yaklaşımı benimseyen bir klinik psikolog anormal davranışlara sebep olarak hatalı düşünme süreçlerini gösterir. Hangi yaklaşımın tercih edildiği, anormal davranışın teşhisi ve tedavisinde önemli farklılıklara yol açar.
Gözlenebilir davranışlar mı, içsel zihinsel süreçler mi?
Psikoloji yalnızca dışarıdan gözlenebilen davranışları mı incelemelidir, yoksa gözle görülemeyen düşünce süreçleri de psikolojinin çalışma alanına girmeli midir? Davranışsal psikologların bu soruya yanıtı, gözlenebilen davranışları çalışmanın insanı anlamak için yeterli olacağı şeklindedir. Bilişsel psikologlar ise bir insanın zihninde olup bitenleri anlamadıkça, bir çevresel etkene tepki veren kişinin bu etkeni algılamasıyla ona tepki vermesi arasında ne gibi içsel süreçler yaşadığını bilmedikçe kişiyi anlamış olamayacağımızı iddia ederler.
Özgür irade mi, belirlemecilik mi?
“Kişilerin davranışlarının ne kadarı kendi tercihlerinin sonucudur, ne kadarı kendi tercihlerinin dışındaki etmenlerce belirlenmiştir?” Felsefecilerin çok uzun zamandır tartıştığı bu konu psikolojinin de temel sorularından biridir. “Belirlemecilik” ile ifade edilen; rastlantıyı, iradeyi ve özgür seçimi reddetmek, evrendeki her olayın kendinden önce gelen koşullarca belirlendiğini, her şeyin bir neden-sonuç ilişkisinin parçası olduğunu savunmaktır. “Anormal davranışlar sergileyen birisi ne ölçüde davranışlarından sorumlu tutulabilir? Böyle bir kişi tedavi görmeyi reddederse tedavi alması için zorlanmalı mıdır?” gibi sorulara verilecek yanıtlar özgür irade-belirlemecilik tartışmasına bağlıdır.
Bireysel farklılıklar mı, evrensel ilkeler mi?
“Bir kişinin özelliklerinin, davranışlarının ne kadarı yalnızca kendisine hastır, ne kadarı başka insanlarla paylaştığı ortak özelliklerdir? Hepimizin birer insan olduğu, aynı biyolojik soyun birer örneği olduğu gerçeği davranışlarımızı ve deneyimlerimizi ne ölçüde birbirine benzer kılar? Yani biz insanlar ne ölçüde birbirimize benziyoruz, ne ölçüde birbirimizden farklıyız?” Biyolojik ve davranışçı yaklaşımları benimseyenler insanları birbirine benzer kılan evrensel ilkeleri ortaya çıkarmakla, varoluşçu yaklaşımı savunanlar ise bireysel farklılıklarımızı ortaya çıkarmakla ilgilenirler.
Temel alt alanları
Deneysel psikoloji
Daha çok laboratuvar deney metodu kullanılarak temel davranışsal süreçlerin incelendiği bilim dalıdır. Deneysel psikologlar, hayvan davranışlarını da inceler ve insan davranışlarıyla ilişkilendirirler. Deneysel psikoloji içindeki önemli alt dallardan biri; bilginin işlenmesi, belleğimizde depolanması, depodan geri çağrılması ve problem çözme durumlarına uygulanması gibi bilgi işleme sürecini çalışan bilişsel psikolojidir. Bilişsel psikoloji; nörobilim, felsefe ve dilbilim ile yakından ilgilidir. Bu alanın pratik uygulamaları, hafızanın nasıl geliştirileceğini, karar vermenin doğruluğunu artırmayı veya öğrenmeyi desteklemek için eğitim programlarının nasıl kurulacağını içerir. Deneysel psikolojinin bir başka alt alanı ise, fizyolojik psikolojidir. Fizyolojik psikolojide çeşitli içsel süreçlerin (duyum, algı, motivasyon, düşünme, bellek, ... gibi) ve davranışların (iletişim, yeme, okuma...gibi)altında yatan fizyolojik süreçler araştırılır.
Sosyal psikoloji
Her bir bireyin duygu, düşünce ve davranışlarının diğerlerinden nasıl etkilendiğini; kişinin davranışlarının kendi kişisel özellikleri ve toplumsal özelliklerin ortak etkisi ile nasıl şekillendiğini inceleyen bilim dalıdır. Düşünce, duygu ve davranışları kişiler arası, grup-içi ve gruplar arası düzeyde inceler.
Kişilik psikolojisi
Kişiliğin ne olduğunu, nasıl ortaya çıktığını ve gelişimini inceleyen bilim dalıdır.
Gelişim psikolojisi
İnsanın doğum öncesinden başlayarak ölümüne kadar yaşa bağlı davranış değişikliklerinin sistematik olarak incelendiği bilim daldır. Gelişim psikologları, insan hayatını çeşitli dönemlere (doğum öncesi, bebeklik, çocukluk, ergenlik, orta yaş ve yaşlılık) ayırarak her dönemin kendine özgü özelliklerini ortaya koymaya çalışır.[16] Gelişimini inceledikleri konular çeşitlilik arz eder: İnsanların motor becerilerinin, problem çözme becerilerinin, ahlaki anlayışlarının gelişimi incelenebilir ve dil edinimi, benlik kavramının ve kimliğin oluşumu veya duygusal gelişim gelişim psikologlarının çalışma konusu olabilir.
Nöropsikoloji
Biyolojik sistemler ile zihnin işlevi ve davranış arasındaki ilişkiyi inceleyen bilim dalıdır. Nöropsikologlar, beynin biyokimyasal mekanizmalarını, beyin yapılarının fonksiyonlarını, kimyasal ve fiziksel değişikliklerin davranışlara ve duygulara etkisini araştırırlar. Merkezi sinir sistemi bozukluklarının teşhis ve tedavisi ile ilgilenirler.
Psikometrik psikoloji
Psikolojik bilginin elde edilmesi ve uygulanması sırasında kullanılacak teknik ve yöntemleri geliştiren bilim dalıdır. Psikometrik psikologlar; zeka, kişilik, yetenek ve tutumlarla ilgili testler geliştirirler. Bu testler, klinik danışmanlık, iş yaşamı, endüstri ve okul gibi alanlarda kullanılır. Ayrıca araştırma desenleri, veri analizi ve verinin yorumlanması konularında da faaliyet gösterirler.
Uygulama alanları
Çevre psikolojisi
Fiziksel çevre ile insan davranışlarının etkileşimini inceler. Hem çevrenin psikolojik etkilerini hem de insan etkinliklerinin sosyal ve fiziksel çevre üzerine etkilerini çalışır.[17]
Trafik psikolojisi
Bu bilimin çalışma alanına psikoloji ilkelerinin trafik ve yol güvenliği alanına uygulanması, sürücü yeteneklerinin psikoteknik değerlendirilmesi, sürücülük tarzları ve trafikte risk alma davranışı, sürücü eğitimi ve rehabilitasyonu, ergonomi, trafik güvenliği için bilinçlendirme, trafik yasalarını yapan ve uygulayanlara danışmanlık, trafikle ilgili davranış tutum yetenek ve becerileri ölçme araçları geliştirme gibi konular girmektedir.
Sağlık psikolojisi
Bu alanda çalışanlar; insanların hastalıklarla nasıl baş edebildiği, fiziksel acıyı nasıl en etkili bir biçimde denetleyebilecekleri, neden bazı insanların tıbbi önerilere uymadıkları, insanların sağlıkla ilgili kötü alışkanlıklarının nasıl değiştirilebileceği, sigara bırakma, kilo verme, stresi kontrol altına alma gibi konularda etkili programların ve sağlık kampanyalarının nasıl düzenlenebileceği, hasta ve hekim arasında iyi ilişki kurmanın nasıl mümkün olabileceği ve sağlık personelinin çalışma ortamındaki psikolojik sorunlarının giderilmesi gibi konularda psikoloji biliminin sunduğu bilgi ve yöntemlerden hareketle çalışmalar yapar.
Klinik psikoloji
Uyum, sakatlık ve rahatsızlık ile ilgili problemleri anlamak, tahmin etmek ve azaltmak için bilimi, teoriyi ve uygulamayı bütünleştirir. Uyum, ayarlama ve kişisel gelişimi destekler. Bir klinik psikolog, farklı kültürler ve sosyoekonomik düzeylerde bir kişinin hayatı boyunca insan performansının entelektüel, duygusal, biyolojik, psikolojik, sosyal ve davranışsal yönlerine odaklanır.
Danışmanlık Psikolojisi
Bireyin kendi yaşamının değişik yönleriyle ilgili kararlar vermesine yardımcı olabilecek bilgi ve yetenekleri bireyde geliştirmeyi amaçlar. Gündelik yaşamda normal konuların konuşulduğu, uyum sorunları, karar vermede zorluk yaşayan bireylere yönelik yardım hizmetidir. Mesleki, akademik sorunları olan kişilere danışmanlık yapılır. Burada kişinin ilgileri, yetenekleri, yönelimleri ve kişilik özellikleri göz önünde bulundurulur. Bireylerin kişiler arası ilişkilerinin işlevselliğini arttırmayı hedefler. Uyum problemi yaşayan veya karar verme zorluğu ile karşı karşıya olan bireylere ihtiyaç duyduğu psikolojik desteği sağlar. Hafif duygusal, kişisel sorunlar ile uğraşır.
Adli psikoloji
Bu alanda çalışanlar mahkemelerde uzmanlıkları ile hakime yardımcı olurlar; "Suçlu suçu işlerken akli dengesi yerinde miydi?” ve “Yargıda adil karar verilmesini etkileyen psikolojik etmenler nelerdir?” gibi sorulara psikoloji biliminin ilke ve yöntemleri dahilinde cevap ararlar. Islahevi, hapishane ve adli tıp enstitülerinde ve hukuk kurumlarında görev alırlar.
Endüstri/Örgüt psikolojisi
İnsanların zihinsel süreçlerini ve davranışlarını iş yaşamı bağlamında inceleyen bilim dalıdır. Psikoloji biliminin kuramsal yaklaşımların ve bilgi birikiminin iş yaşamında iyileştirmeler yapmak üzere kullanılmasını hedefler. I/Ö psikologları uygun işe uygun eleman yerleştirilmesi, iş yerlerindeki çalışma koşullarının iyileştirilmesi, çalışma motivasyonunun yükseltilmesi, iş yaşamındaki otomasyonun çalışanlar üzerinde etkisi, insan-makine ilişkisi gibi konularda çalışmalar yapar.
Eğitim psikolojisi
Bu alanda çalışanlar başarılı eğitim teknikleri geliştirme, öğrenci-öğretmen ilişkisinin kalitesini arttırma, öğrenci değerlendirme sistemlerine adil, eğitici ve motive edici bir biçim verme alanlarında çalışmalar yapar.
Spor psikolojisi
Bu alanda çalışanlar, spor ortamındaki davranışları inceler; sporcuların odaklanma, motivasyon, duygu durumu gibi psikolojik özelliklerinin denetlenerek spor performanslarının artırılması için ve spor takımlarında liderlik, beraberlik, çatışma ve rekabet gibi süreçlerin denetlenerek takımın uyumluluğunun ve performansının artırılması için çalışmalar yapar.[18]
Araştırma yöntemleri
Psikolojide pek çok farklı araştırma yöntemi kullanılır. Bu yöntemler, öncelikle niteliksel ve niceliksel olarak ikiye ayrılır. Psikolojinin hem temel hem de uygulamalı alanlarında bu her iki türde de araştırma yöntemi kullanılmaktadır. Psikolojideki nicel çalışmaların bir kısmı deneysel veya yarı-deneyseldir, bir kısmı ise ilişkisel ve betimleyicidir. Veri toplamak için gözlem, deney, anket, vak'a çalışması, görüşme gibi pek çok farklı teknik kullanılır, bu tekniklerle elde edilen sayısal veriler istatistiksel analizlerden geçirilerek araştırma hipotezleri test edilir. Niteliksel psikoloji araştırmalarında ise görece az sayıda katılımcıdan, yapılandırılmamış ölçüm araçlarıyla bol miktarda veri toplanır. Veriler sayısal değildir, dolayısıyla istatistiksel olmayan yöntemlerle incelenirler ve araştırmadaki amaç hipotez test etmek değildir. Niteliksel araştırmalarda başlıca veri toplama yöntemleri katılımcı gözlem, odak grubu ve görüşmedir.
Şizofreni (Yunanca: σχίζειν s’chizein "bölünmek, yarılmak, ayrılmak, parçalanmak" ve φρήν phrēn "akıl, ruh, huy, hissiyat"), benzer belirtilere sahip birtakım ruhsal hastalıklardır.
Hastalık, algılama ve düşünme yetilerinde meydana gelen bozukluklara bağlı olarak kişinin davranışlarında da değişime, bozulmalara yol açar. Bu bozulmalar, şizofreni hastasının kendisini rahatsız etmeye başlayan dış dünyadan bağımsız, kişiler arası ilişkilerden ve gerçeklerden uzaklaşarak kendi kendine yeni bir dünya kurmasına neden olur.
Şizofreni kelimesi, Yunanca ayrık veya bölünmüş anlamına gelen "şizo" (schizein, Yunanca: σχίζειν) ve akıl anlamına gelen "frenos" (phrēn, phren- Yunanca: φρήν, φρεν-) sözcüklerinin birleşiminden gelir.[10] Anlatılmak istenen kişinin iki kişilikli olması değil, aynı anda iki farklı gerçekliğe inanmasıdır. "Gerçek gerçeklik" normal, sıradan bir insanın algılamasına denk düşerken, "ikinci gerçeklik" sağlıklı bir insanın anlayamayacağı, çoğu kez belli bir sisteme dayalı bir gerçekliktir.
Şizofreninin ömür boyu görülme sıklığı genel nüfusta %0,5-1'dir.[11][12][13] Ancak kan bağı olan akrabaları arasında şizofreni hastaları bulunanlarda, şizofreni görülme sıklığı genel toplumdan daha yüksektir. Tamamen aynı genetiğe sahip tek yumurta ikizleri üzerindeki çalışmalar, bir kardeşte hastalığın var oluşunda, diğer kardeşte de %83 oranında hastalığın görüldüğünü ortaya koymuştur. Çalışma tek yumurta ikizi kardeşlerin aynı kültürel ve çevresel faktörlerle yetiştiği yönüyle eleştiri almıştır. Ayrıca aynı çalışmada vakaların teşhis edildiği ortalama yaş 28.9 saptanmıştır.[14]
Şizofrenide genetik faktörlerin rolü iyi tanımlanmış olmakla beraber, bu hastalık yalnızca kalıtımsal faktörlerin değil, birçok koşulun bir araya gelmesi ile oluşur. Yani şizofreni genetik ve çevresel faktörlerin rol aldığı oldukça kompleks bir hastalıktır.
Günümüzde şizofreni tedavisinde çok yönlü bir yaklaşım yararlı bulunmaktadır. Güncel tedavide temelde antipsikotik ilaçlar kullanılmaktadır. Bunun yanı sıra psikoterapiler ve diğer psikososyal yaklaşımlara da başvurulmaktadır. Antipsikotik ilaçların şizofrenide dopamin varsayımını doğrular biçimde dopamin üzerinden etki ettikleri düşünülmektedir. Hastalığın özellikle akut döneminde hastaların hastanede yatarak tedavi görmesi gerekebilir.
Birçok alt tipi bulunan şizofreni çok değişik gidiş ve sonlanış gösteren süreğen bir bozukluktur. Şizofrenide hastalığın gidişi her birey için farklı biçimde gelişebilir. Hastalığın popüler kültürdeki olumsuz imajına rağmen, hastaların çok büyük kısmı tedaviden fayda görebilirler. Buna karşılık şizofreni hastalarının yaklaşık %25-30'unda, ne tür sağaltım yapılırsa yapılsın, belirgin bir iyileşme görülmez ve bu hastalarda ciddi ölçüde yetiyitimi olabilir.[13]
İçindekiler
1 Tarihçe
2 Hastalığın görülme sıklığı ve yaygınlığı
3 Belirti ve bulgular
3.1 Hastalık öncesi kişilik ve uyum
3.2 Klinik belirti ve bulgular
3.3 Pozitif ve negatif semptomlar
4 Teşhis
4.1 Bleuler'a göre temel ve ikincil belirtiler
4.2 Kurt Schneider'e göre birinci sıra belirtiler
4.3 DSM IV'e göre tanımlama
4.4 Şizofreni tipleri
4.5 Ayırıcı tanı
5 Gidiş ve sonlanış
6 Hastalığın oluşum nedenleri
6.1 Psikososyal etkenler
6.2 Genetik faktörler
6.2.1 Aile araştırmaları
6.2.2 İkiz araştırmaları
6.2.3 Evlat edinme araştırmaları
6.2.4 Moleküler genetik
6.3 Biyokimyasal faktörler
6.3.1 Dopamin varsayımı
6.3.2 Glutamat varsayımı
6.3.3 Serotonin ve Noradrenalin varsayımları
6.4 Beyinde yapısal ve işlevsel bozukluklar
7 Beyin görüntüleme yöntemleri
8 Şizofrenide güncel kuramlar
8.1 Nörogelişimsel kuram
8.1.1 Gecikmiş başlangıcın nedenleri
8.1.2 Nörogelişimsel anormalliklerle şizofreni arasındaki ilişkinin kanıtları
8.2 Nörodejeneratif kuram
9 Şizofrenide risk etkenleri
10 Tedavi
10.1 İlaçla tedavi
10.2 Psikoterapi
10.3 Psiko-bilgilendirme
10.4 Alternatif yaklaşımlar
11 Toplum ve kültür
12 Ayrıca bakınız
13 Kaynakça
13.1 Ek kaynaklar
14 Dış bağlantılar
Tarihçe
Emil Kraepelin (1856–1926)
20. yüzyılın başlarına kadar henüz psikolojik hastalıkların tasnif edildiği sistematik bir düzenleme yapılmamıştı. Hastalık ilk olarak 1853 yılında Bénédict Morel tarafından, genç erişkin ve gençleri etkileyen bir sendrom olarak tanımlanmış ve démence précoce (Latince: "erken bunama") ismiyle adlandırıldı. Bu kavram, 1891'de Arnold Pick tarafından psikozu olan bir hastanın vaka raporunda kullanıldı. Yine 19'uncu yüzyılda hebefreni ve katatoni gibi şizofreni türleri de tanımlanmıştır.
1893'te Alman ruh hekimi Emil Kraepelin, duygudurum bozuklukları ve démence précoce ve benzeri zihinsel hastalıkların sınıflandırılmasında yeni bir yaklaşım geliştirdi. Kraepelin, dementia praecox'ın esasen bir beyin hastalığı olduğuna ve bilhassa dementia yâni bunamanın ileri yaşta gelişen diğer formlarından farklı bir çeşidi olduğuna inanıyordu.[15][16] Ayrıca, Kraepelin paranoid ve basit tiplerini de eklemiş ve hepsini bir tanı altında toplamıştır. Bu tanıya göre hastalıkta erken başlama ve bunama olması gerekmektedir. Ancak bu tanım hastalığı erken başlama ve bunama gerektiren dar bir alanda sınırlamaktadır. 20. yüzyılda İsviçreli Eugen Bleuler hastalığın erken yaşlarda başlamasının ve bunamayla sonuçlanmasının zorunlu olmadığını ortaya koymuştur. Bu hastalıkta hastanın ruhsal hayatındaki yarılmaya önem veren Bleuler, schizophrenia (şizofreni) terimini önermiştir. Günümüzde şizofreni tek bir hastalık türü olarak görülmemekte; bir bozukluklar kümesi olarak kabul edilmektedir.[13]
Şizofreni terimi ilk olarak 1908 yılında İsviçreli Eugen Bleuler tarafından kişilik, düşünce, hafıza ve algılamadaki fonksiyonel ayrılmayı tarif etmek için kullanılmıştır. Bleuler, Kraepelin'in ileri sürdüğü gibi her hastada yıkımın (detoriorasyonun) olmadığını; duygu, düşünce ve davranışta yarılmayı (skizis) ortaya atmıştır. Bleuler, hastalığın etkilerini temel ve ikincil belirtiler olmak üzere iki kümeye ayırmıştır. Şizofrenide çağrışımlarda (Assosiasyonda) enkoherans (çağrışımlarda sapma, parçalanma ve yarılma), duygulanımda (Affektivitede) kısıtlılık (küntlük), duygu düşünce ve davranışta ikilemler (Ambivalans), kişinin dış alemden çekilerek kendi iç alemine dönmesi (Autism) 4A belirtisinin olduğu birincil; hezeyan, halüsinasyonlar ve diğer belirtileri ikincil belirtiler olarak değerlendirmiştir. Bleuler'e göre temel belirtiler her şizofreni hastasında bulunması gereken belirtilerdir. İkincil belirtiler ise temel belirtilerin üzerine eklenen belirtilerdir ve başka ruhsal hastalıklarda da görülebilmektedir.[10][13][17]
Alman psikiyatr Kurt Schneider şizofreninin tanısı ve bu hastalığı anlama ile ilgili birçok çalışma yaptı ve şizofreni hastalığını diğer psikoz türlerinden ayırmaya çalıştı. Çalışmaları sonucunda hastalığın belirtilerini birincil ve ikincil dereceden semptomlar olmak üzere ikiye ayırdı. Günümüzde bu tanımların yerini DSM-IV ve ICD-10 tarafından yapılan tanımlamalar almıştır.[18]
Hastalığın görülme sıklığı ve yaygınlığı
Şizofrenin ömür boyu görülme sıklığı -hayatlarının herhangi bir evresinde başlamak üzere- genel nüfusta %0,5-1'dir.[11][12][13] Şizofreni her toplumda ve her türlü sosyo-ekonomik sınıfta görülmektedir. Kadın-erkek arasında sıklık bakımından önemli bir fark görülmemekle beraber kadınlarda başlangıç yaşı (26-32), erkeklerdeki başlangıç yaşından (20-28) daha geç olmakta ve genellikle erkeklere göre daha iyi bir gidiş göstermektedir.[19] Ayrıca gelişmekte olan ülkelerde sıklığı gelişmiş ülkelere göre daha düşüktür.[12][13] Son yıllarda çok geç yaşlarda başlangıçlı şizofreni üzerine yayınlar görülse de, hastalığın genellikle gençlik çağında başladığı kabul edilmektedir.[20] Geç ya da çok geç başlayan şizofreniler üzerinde araştırma yapan bir grubun görüş birliğini içeren son rapora göre 40 yaşından sonra başlayan şizofreni hastalığının geç-başlangıçlı şizofreni; 60 yaşından sonra başlayanların ise çok geç-başlangıçlı şizofreni-benzeri psikoz olarak tanımlanması önerilmektedir.[21][22] Erken başlangıçlılarda (çocukluk dönemi başlangıçlı) ise kalıtımın görece daha önemli etken olduğu sanılmaktadır. Ayrıca çocukluk çağında başlayan şizofreniyi ayrı bir hastalık türü olan çocukluk şizofrenisinden ayırt etmek gerekmektedir.[23][24][25][26][27]
Belirti ve bulgular
Hastalık öncesi kişilik ve uyum
Şizofrenik hastalar hastalık öncesi sessiz, arkadaşı az, yalnızlığı seven, tuhaf, güvensiz kişilerdir. Bu özellikler ayırıcı tanıda yardımcı olmaktadır. Aileler genelde çocuklarının hastalık başlamadan önce hep çalışan, sessiz, uyumlu, arkadaşsız olduklarını anlatırlar. Şayet hasta bu özelliklere uymuyorsa tanı için duygudurum bozuklukları gibi diğer hastalıklar düşünülmelidir. Şizofreni, daha önce de belirtildiği gibi, çoğunlukla 18-25 yaşlarında her çeşit psikolojik stresle başlayabilir. Kişinin benliğine darbeler, delikanlılık çağında dürtülerin aşırı şiddet kazanması, cinsel ya da saldırgan dürtülere karşı denetim zayıflığı gibi durumlara, psikozun başlamasından önce sık rastlanmaktadır[13].
Klinik belirti ve bulgular
Şizofrenide bilinç ve yönelim genellikle yerindedir. Zekâ seviyesinde belirgin bir gerileme olmasa da, soyutlama yetisinde zayıflamanın ve belirgin bir yıkımın görüldüğü kimi süreğen hastalarda zekâ seviyesinde de eksilme, gerileme, azalma olduğu izlenimi edinilebilir. Örneğin hastanın ilgisi kolayca dağılabilir, sorulara yanıtları geç ya da yanlış olabilir[13]. Son yıllarda temelde var olan negatif belirtilerin baskın olduğu şizofreni türlerinde bir eksiklik sendromundan söz edilmekte ve bu türlerde beyin patolojisinin incelenmesine ağırlık verilmektedir. Eksiklik sendromu, bilişsel yetilerdeki eksikliklerdir. Bu sendrom, "kalıcı ve başka nedenlere bağlı olmayan, özgün, olumsuz belirtiler" olarak tanımlanmaktadır.[12][13][28]
Şizofrenide; içgörü, düşüncelerin içeriği ve oluşturulması, duyguların deneyimlenmesi ve ifade edilmesi, algılama, davranışlar ve bilişsel işlevler gibi birçok alanda belirtiler ortaya çıkabilir. Şizofreni heterojen görünümlü bir hastalık olduğu için tipik bir genel görünüme sahip değildir; bazı hastalarda bazı belirtiler ortaya çıkarken, diğerlerinde başka belirtiler olabilir.
Düşünce akışı ve içeriği ile ilişkili belirti ve bulgular: Şizofrenide düşünce içeriği ile ilişkili olarak ortaya çıkan belirtilerin en önemlisi hezeyanlardır. Hezeyanlar aksine kanıtlarla ve mantık yoluyla çürütülmesine rağmen kişinin inanmayı sürdürdüğü, kişinin kültürü, dini ve eğitimi ile ilişkili olarak normal kabul edilemeyecek türden yanlış inanışlardır. Şizofrenide ortaya çıkan hezeyanlar arasında referans (üzerine alınma), etkilenme, kıskançlık, perseküsyon (kişiye zarar verileceği), büyüklük, erotomani (başkalarının kendisine âşık olduğu), düşüncelerinin değiştirildiği, çalındığı veya yayınlandığı temalı olanlar sayılabilir. Düşüncenin oluşturulması ve akışındaki değişiklikler arasında düşüncelerde azalma, düşünce blokları (düşünce akışının aniden kesintiye uğraması), çağrışımlarda dağınıklık, konuşma yapısının tümüyle kaybolması gibi belirtiler bulunur.
Algı ile ilişkili belirti ve bulgular: Şizofrenide sıklıkla ortaya çıkan belirtiler arasında varsanı (halüsinasyon) ve yanılsama (illüzyon) sayılabilir. Şizofrenide halüsinasyonlar en sık işitsel olmakla birlikte beş duyunun da varsanısı olabilir. Şizofrenide, işitsel halüsinasyonlardan özellikle kişinin davranışları hakkında yorumlarda bulunan konuşmalar duyma ve iki kişinin yine hastanın davranışları hakkında konuştuğunu duyma şeklinde olanlar sıktır.
Duyguların deneyimlenmesi ve ifade edilmesi ile ilişkili belirti ve bulgular: Kişinin duygusal yaşantısındaki çeşitliliğin azalması olarak ifade edilebilecek affektif veya duygusal küntlük ve kişinin hezeyanlarla ilişkili bir duygudurum içinde olması şizofrenide görülebilecek duygusal değişiklikler arasında sayılabilir.
Bilişsel işlevlerle ilişkili belirti ve bulgular: Özellikle kronik gidişli hastalarda bilişsel işlevlerle ilgili bozulmalar, hastalığın ilk tanımlandığı yıllarda "dementia preacox" (erken bunama) ismi ile anılmasına sebep olacak kadar belirgin olabilir.
Hastaların çoğunda içgörü yoksunluğu da görülen belirtiler arasında yer alır. Kısıtlı anlamıyla içgörü kişinin içinde bulunduğu hastalık ve bunun belirtileri hakkında gerçekçi bir kavrayışa sahip olmasıdır. Dünya Sağlık Örgütü'nün 1979'da yayınladığı verilere göre akut şizofrenide en sık görülen belirti içgörü yoksunluğudur[29]. Bu durumdaki hastalar hasta olduklarını düşünmezler. Tedavide büyük handikapa yol açtığından, içgörü yoksunluğu büyük öneme sahiptir.
Pozitif ve negatif semptomlar
Şizofreninin seyri sırasında ortaya çıkan belirtiler ayrıca negatif ve pozitif olmak üzere iki başlık altında incelenebilir. Pozitif belirtiler normalin dışında fazlalık, aşırılık ve sapmalar olarak ortaya çıkan belirtilerdir. Negatifler ise normal işlevlerde azalma, eksiklik gösteren belirtilerdir. Şizofreni heterojen görünümlü bir hastalık olduğu için tipik bir genel görünüme sahip değildir.
Pozitif semptomlar: Varsanı, sanrı, sürekli ağlama ya da gülme, evham, kendini tanıyamamak, heyecan, sıkıntı, kuşku, güvensizlik, düşmanca düşünceler, her şeyi üstüne alınma, sese ve renklere aşırı duyarlılık, aşırı derecede konuşma, kafiyeli konuşma ve anlatma isteği, anlatımda kopukluk, gibi normalin üstünde aşırı semptomlardır.
Negatif semptomlar: Güçsüzlük, Duyarsızlık, Apragmatizm, spontane olamama, insanlardan kaçma, konuşmada bozukluk, duygulanımda eksiklik, yaşamdan zevk alamama (anhedoni), uğraştığı işe kayıtsızlık, dış görünüşü önemsememe, bakımsızlık, kendini bulunduğu ortamdan ya da insanlardan yalıtılmışlık hissi, gibi normal işlevlerde azalma ile giden semptomlardır.
Teşhis
Bleuler'a göre temel ve ikincil belirtiler
Hastalığın etkilerini temel ve ikincil belirtiler olmak üzere iki kümeye ayırmıştır. Temel belirtiler her şizofrenikte bulunması gereken belirtilerdir. İkincil belirtiler temel belirtilerin üzerine eklenen belirtilerdir. İkincil belirtiler başka ruhsal hastalıklarda da görülebilmektedir.
Temel belirtiler (4 A belirtisi olarak bilinir);
Duygulanımda bozukluk (Affect)
Ambivalans (Ambivalance; karşıt duyguların birlikte yaşanması)
Otizm (Autism)
Çağrışımlarda (Association) bozukluk
Bilinç, yönelim ve bellekte temel bozuklukların olmayışı
İkincil belirtiler;
Sanrılar, yanılsamalar
Varsanılar
Devinim (hareket) bozuklukları
Kurt Schneider'e göre birinci sıra belirtiler
Somatik pasivite (bedensel edilgenlik olgusu).
Düşünce çalınması, düşünce sokulması, düşünce yayınlanması (düşüncelerin başkalarınca okunması, çevreye yayılması),
Sanrısal algılama.
Duygu, düşünce ve dürtülerin dış güçlerce etkilenip denetlendiği duygusu
Genel olarak gerçeklikten uzaklaşma, farkındalık yetisini kaybetme.
İşitme varsanıları
Kendi düşüncelerinin yüksek sesle söylendiğini işitme.
Kendisine emir veren, yönlendiren seslerin işitilmesi.
Kendisiyle kavga eden, tartışan seslerin işitilmesi.
Bu belirtiler daha çok ABCD semptomları olarak hatırlanır. İşitme halüsinasyonları (İng. Auditory hallucinations), düşünce yayınlanması (Broadcasting of thought), düşüncelerinin kontrol edildiği düşüncesi (Controlled thought (delusions of control)), sanrısal algılama (Delusional perception).
DSM IV'e göre tanımlama
Amerikan Psikiyatri Derneği'nin Diagnostic and statistical manual of mental disorders: DSM-IV kılavuzuna göre şizofreni tanısını koyabilmek için;[30]
Tipik semptomlar: 2 veya daha fazla bulunmalı, her biri bir aydan uzun sürmeli (şayet semptomlar tedavi ile geriledi ise daha az sürse de kabul edilebilir)
Duygulanımda küntleşme
Varsanı (halüsinasyonlar)
Sanrı
Dezorganize konuşma (konuşmada düzen bozukluğu)
Dezorganize (çok dağınık) davranış (ör; uygunsuz giyinme, sık sık ağlama) veya katatonik davranış
Negatif semptomlar (konuşmanın ve istencin azalması gibi)
Toplumsal ve iş uyumunda bozukluk
Bunlardan iki ya da daha fazlasının hastada bulunması zorunludur. Bu belirtiler en az bir ay sürmüş olmalıdır.
Şizofreni tanısı koyabilmek için tipik semptomlara ek olarak;
Toplumsal ve iş yaşamında bozukluk
Süre: Hastalık belirtileri en az 6 ay sürmeli
Şizoaffektif bozukluk ve duygudurum bozukluğu olmaması
Fiziksel tıbbi bir duruma ya da madde/ilaç kullanmaya bağlı olmaması
Yaygın gelişimsel bozukluk öyküsü olduğunda varsanıların, sanrıların en az bir ay devam etmesi gerekmektedir.
Şizofreni tipleri
DSM-IV sınıflamasına göre şizofreni beş alt tip ihtiva etmektedir:
Paranoid tür: Bazen dine aşırı düşkünlük, metafizik, filozofik ya da cinsel uğraşlar görülür. Rahatsızlığı kabul etmez, belirtileri gizlemeye çalışır, sanrıları yüzünden savunmaya geçer ve toplumdan uzaklaşırlar. Düşünce bozuklukları baskındır. Kötülük görme sanrıları, büyüklük sanrıları, etkilenme fikir ve sanrıları, alınganlık, kuşkuculuk bu türde sık görülen düşünce bozukluklarıdır. Başlangıcı genellikle yavaş ve daha geç yaştadır. (DSM kodu 295.3/ICD kodu F20.0)
Dezorganize (Hebefrenik) tür: Düşünce ve devinim bozuklukları baskındır. Kişilikte dağılma ve yıkım hızlıdır. Hasta kendi özel dünyasında yaşar. Davranışlar ilkel ve çocuksudur. Kısa zamanda duygusal tepkilerde oynamalar (labilite), yüzeysellik, uygunsuzluk, sözcük uydurma (neolojizm), tutarsız sanrılar, yineleyici basmakalıp konuşmalar, ayrıca varsanılar daha sonra ortaya çıkmaktadır. Başlangıcı genç yaşta akut, renkli pozitif belirtilerle başlamaktadır. DSM kodlamasında dezorganize; ICD kodlamasında ise hebefrenik şizofreni olarak geçer. (DSM kodu 295.1/ICD kodu F20.1)
Katatonik tür: Devinim (hareket) bozuklukları baskındır. Dış çevre ile ilişkisini kesmiş gibi görünse de çevrede olup bitenleri tanımakta ve kaydetmektedir. Hastalar belli bir duruşta uzun süre kalır ve dışarıdan gelen tepkilere yanıt vermez (donakalma), katatonik dalgınlık, katatonik taşkınlık, karşıtçılık gibi belirtiler görülmektedir. Başlangıcı çoğunlukla 15-25 yaş arasında ve aniden olmaktadır. (DSM kodu 295.2/ICD kodu F20.2)
Ayrışmamış tür: Paranoid, dezorganize ve katatonik tür ayrışmamıştır. (DSM kodu 295.9/ICD kodu F20.3)
Kalıntı (Rezidüel) tür: Daha çok negatif belirtilerin baskın olduğu süreğen şizofrenik bozukluktur. Değişmeye karşı istek ve ilgi azdır. Duygu küntlüğü, vurdumduymazlık, girişim ve eylem azlığı, toplumdan kopukluk, düşüncede somutlaşma ve fakirleşme, kendine iyi bakmama gibi negatif belirtiler gözlenir. Bir ya da birkaç aktif şizofrenik depreşmeden sonra başlamaktadır. (DSM kodu 295.6/ICD kodu F20.5)
ICD-10 sınıflama sisteminde ise bu türlere ek olarak iki alt tip daha vardır.
Şizofreni-ardı çökkünlük: Şizofrenik depreşmenin ardından hasta çok belirgin çökkünlüğe girebilir. Daha çok negatif belirtiler bulunmakla birlikte pozitif belirtiler de gözlenir. Kalıntı şizofreniden ayırmak zor olabilir. Ayırıcı tanı için hasta öyküsü önemlidir. (ICD kodu F20.4)
Basit şizofreni: Sinsi ve yavaş başlayan ve daha çok negatif belirtilerin baskın olduğu şizofreni türüdür. Genellikle sanrılar, varsanılar, hareket bozuklukları görülmez. Kalıntı şizofreniden ayrımı öykü ile yapılır. (ICD kodu F20.6)
Ayırıcı tanı
Belli Organik Nedenli Psikozlar: Genellikle belli fiziksel ve yerel bulgu vermeyen organik beyin sendromlarında önemli belirtiler bilişsel yetilerdeki bozukluklarla ilgilidir. Oysa şizofrenide genellikle bilinç, yönelim, bellek, zeka alanında çok belirgin bozukluk olmaz. Epilepsi ve toksik etkenlere bağlı olarak ortaya çıkan kimi beyin hastalıklarında, şizofreniye özgü düşünce ve davranış biçiminin uzun sürmemesi ayırıcı tanıda önemlidir. Toksik etkenlerle ortaya çıkan ve şizofreniden ayırt edilmesi gereken psikozlarda asıl ayırıcı tanı ilaç alışkanlığı öyküsüdür.
Şizofreniye Benzer Psikozlar:
Psödo-psikoz'da genellikle başlangıç ağır, akut ruhsal travmayla birden kısa sürede olur ve klinik görünüm çok renklidir. Hastanın belirtilerinde yapaylık, delilik oyunu oynadığı izlenim, belirgin birincil ve ikincil kazançların bulunması, kısa sürmesi ve aileden alınan bilgide içine kapanık olmayan bir kişilik yapısı ve uyum biçimi gibi ipuçları ayırıcı tanıya yardımcı olmaktadır.
Şizofreniye benzediği bildirilen ve kimi toplumlara özgü ruhsal bozukluklar olarak tanımlanan Amok, Latah, Wihtiko çılgınlıkları ağır, akut psikoz durumlardır.
Yaygın gelişimsel bozukluklar olarak bilinen otizm ve Asperger sendromu gibi hastalıklar çocukluğun erken dönemlerinde başlarlar ve yetişkin yaşa dek kendilerine özgü belirtileri taşırlar.
Kimi orta veya hafif zeka geriliklerinde varsanılar, sanrılar ve acayip davranışlarda akut çılgınlık durumları ortaya çıkabilir ve bunlar kronikleşebilir. Zeka geriliği durumunun saptanmasıyla şizofreniden ayrılır.
Paranoid Bozukluklar: Sanrıları çoğu kez oldukça düzenli hatta inandırıcı gibidir. Şizofrenide ise sanrılar dağınık, tutarsız, acayiptir.
Duygudurum Bozuklukları: Bu bozukluklarda temel olarak şizofrenideki dereistik düşünce yapısı, otistik yaşam biçimi görülmez.
Psikonevrozlar: Genellikle gerçeği değerlendirme yetisi bozulmaz ve şizofrenide görülen ağır dereistik düşünce görülmez.[13]
Gidiş ve sonlanış
Şizofreni çok değişik gidiş ve sonlanış gösteren süregen bir bozukluktur. Gidiş ve sonlanışın değerlendirilebilmesi için genellikle şu ölçütler kullanılır: hastalığın belirtileri, iş uyumu, toplumsal uyumu, hastaneye yatış sayısı ve süresi, bilişsel yetileri, genel sağlığı, özkıyım (intihar).
Olumlu gidiş göstergeleri:
Başlangıcın birden, renkli pozitif belirtilerle gelişmesi
Hastalığın ortaya çıkmasında ağır çevresel stres etkenlerinin fazlalığı.
Hastalığın türünün katatonik veya şizo-affektif olması.
Aile ortamının düzenli, duygu dışavurumunun düşük olması.
Sağaltıma erken dönemde başlanan, düzenli devam eden durumlar.
Gelişmekte olan ülkelerde şizofreni prognozu gelişmiş ülkelere göre daha iyidir.
Olumsuz gidiş göstergeleri:
Hastalığın erken yaşta başlaması ve gelişmesi
Hastalık öncesi kişiliğin şizoid ya da şizotipal oluşu, belirtilerin sinsi ve yavaş ortaya çıkışı
Hastaneye yatma sayısının çok, yatma sürelerinin uzun, iyileşme durumlarını kısa olması
Negatif belirtilerin baskın olması
Ailede kalıtımsal yükümlülüğün (kalıtımsal yatkınlık, ailede hasta birey olması) yüksek olması
Aile ortamının bozuk, duygu dışavurumunun yüksek oluşu
Hastanın kendisinden, ailenin ve çevrenin hastadan beklentilerinin yüksek ve aşırı baskılı olması.
Beklentiler yükseldikçe ve hastalar bunu karşılayamadıkça düş kırıklarına bağlı öfke ve üzüntü tepkilerinin daha şiddetli olması beklenir. Bu nedenle ailenin hasta hakkındaki emellerini daha gerçekçi, alçak gönüllü bir düzeye çekmesi sağlanmalıdır. Bunun sağaltımda da önemli bir yeri vardır.
Şizofreniklerde intihar akut dönemlerde hiç beklenmedik anda birden olabilir. Bazı ağır negatif belirtili, yetiyitimli süregen hastalar planlayarak kendilerine kıyabilir. Şizofreniklerde özkıyım riskini artıran faktörler arasında; erkek olma, bekarlık, işsizlik, toplumdan yalıtılmış olmak, çökkünlük, çaresizlik, önemli bir yitim ve ilaç/madde bağımlılığı sayılabilir[13].
Hastalığın oluşum nedenleri
Şizofreni araştırmalarında büyük ilerlemelere rağmen hastalık için spesifik etiyolojik faktörler veya patogenik süreçler kesin olarak tanımlanamamıştır.[31] Etiyoloji üzerindeki görüşler eskiden beri organik ve psikososyal olmak üzere iki ana kümede tartışılmış olsa da, 20-30 yıldan beri şizofreni, giderek artan bir yaygınlıkla, beynin bir gelişim bozukluğu olarak kabul edilmektedir. Hastalığın asıl nedeninin henüz kanıtlanamamış bir beyin bozukluğu olduğu görüşü kesinlik kazansa bile, bu rahatsızlığın ortaya çıkışında ve zaman zaman görülen alevlenmelerde çevresel-zihinsel etkenlerin varlığı da önemsenmektedir. Şizofreni tek tip bir hastalık değildir. Böyle bir hastalıkta çok değişik oluş nedenlerinin bulunması doğaldır. Organik yönden yapılan araştırmaların yanı sıra psikolojik ve çevresel etkenlerin araştırılması da önemli bir konu olmuştur. Organik bir etiyolojinin gösterilmeyişi nedenin psikososyal olduğunu kanıtlamaz ancak çevresel etkenler açık biçimde gösterilebildiği zaman anlam kazanabilir[13].
PET üzerine bir çalışmada;[32] çalışan hafızada frontal lob aktivetesinin (kırmızı) daha az olduğu, striatumda anormal dopamin aktivetesinin büyük oranda arttığı gösterilmiş (yeşil); bunun şizofrenide nörobilişsel hasarla ilişkili olabileceği öne sürülmüştür.
Psikososyal etkenler
Sinaptik bağlantıların budanması, öğrenme ve beyin yoğrulması gibi önemli biyolojik oluşumlarda erken dönemde yaşanan psikososyal olayların önemli bir rolü vardır. Şizofreninin temelini teşkil ettiği farz edilen nörobiyolojik hasarların biraz olsun düzeltilmesinde hatta iyileştirilmesinde rehabilitasyonun çok önemli bir rolü olduğu düşünülmektedir.[33] Günümüzde şizofreninin oluş nedeni hakkında Nörodejeneratif ve Nörogelişimsel olmak üzere iki önemli kuram vardır. Son zamanlarda nörogelişimsel kuram giderek güçlenmektedir.
Şizofreninin her şeyden önce biyolojik bir hastalık olduğuna inanılmaktadır. Bununla beraber şizofreni, oluşumunda hem çevresel hem de kalıtımın rol oynadığı kompleks bir hastalıktır. Tek bir nedeni yoktur, çeşitli faktörlerin bir araya gelmesi ile oluşur. Şizofreniye yatkınlık kalıtımsal olmakla birlikte, bozukluğun akut krizler halinde su yüzüne çıkmasında en önemli etkenler şunlardır;[kaynak belirtilmeli]
LSD gibi halüsinojen maddelerin kullanımı.[kaynak belirtilmeli]
Concerta ve Ritalin gibi DEHB tedavisinde kullanılan ilaçların etken maddesi olan Methylphenidate, aşırı doz kullanımı veya doktor kontrolü dışında kullanımı ile şizofreniye zemin hazırlamaktadır.
Hamilelikte komplikasyonlar
Duygusal anlamda etkileyebilecek olaylar (Kazalar, kayıplar)
Evlilik, hamilelik dönemi
Stres, travma ya da aşırı derecede mutlu edebilecek olaylar
Genetik faktörler
Aile araştırmaları
Genel nüfusta %0,5-1 arasında bulunan şizofreni sıklık oranı, şizofreni hastası kişinin birinci derecedeki akrabalarında yaklaşık %10’dur, yani hastanın birinci derecedeki akrabaları için risk genel popülasyon için olanın 10-20 katı kadardır. Akrabalık uzaklaştıkça bu oran düşmektedir. Bu konuda yapılan araştırmalardan elde edilen veriler şizofrenide kalıtımsal bir etkenin bulunduğu görüşünü desteklemektedir. Fakat aile araştırmalarından elde edilen veriler, hem genetik mekanizmayı hem de yakın çevrenin neden olabileceği etkiyi içermektedir. Bu etkileri birbirinden ayırabilmek için evlat edinme araştırmaları ve ikiz araştırmaları yapılmıştır[12][13][34][35][36][37].
İkiz araştırmaları
Değişik ülkelerde yapılan araştırmalar, tek yumurta ikizlerindeki konkordansın çift yumurta ikizlerinden çok daha yüksek olduğunu göstermiştir. Örneğin; konkordans oranı yaklaşık %50 olan tek yumurta ikizleri (monozigotik ikizler) ve %10-14 olan çift yumurta ikizleri (dizigotik ikizlerle) yapılan araştırmada, kalıtılabilirlik %80 olarak gösterilmektedir.[12][13]
Evlat edinme araştırmaları
Kalıtımın yanı sıra çevrenin de hastalık üzerine etkisini anlatmak için evlat edinme araştırmaları yapılmıştır. Bu araştırmalarda biyolojik ana-babası şizofrenik olan ve başkalarına evlat olarak verilen çocuklarda şizofreni oranı belirgin olarak yüksek bulunmuştur[13].
Moleküler genetik
Günümüzde yapılan çalışmalarla artık bir risk etkeni olarak kalıtımın yeri kesinleşmiştir. Fakat hastalığın hassas bölgedeki basit bir pozisyon değişikliğinden mi, eksik penetransa sahip tek bir genden mi, değişik genlerden mi kaynaklandığı henüz açıklığa kavuşmamıştır. Nonmendelian kalıtıma uyan bu hastalıkta eksik penetrans ve çoklu gen kuramı olasıdır[13][31][34][38].
Klasik aile, ikiz, evlat edinme çalışmalarının yanı sıra son yıllarda moleküler genetik çalışmaları da gitgide artmaktadır. Genetik belirleyiciler üzerinde yapılan çalışmalarda 5. kromozom, 11. kromozomda bulunan DRD2 (Dopamin-2) reseptörünün yerleşme noktası ve X kromozomları incelenmiş, fakat çalışmalar henüz bir sonuç vermemiştir. Bağlantı dengesizliği üzerinde yapılan çalışmalar ise şizofrenide birden çok genin etkili olabileceği görüşüne dayanmaktadır. Bu çalışmalarda özellikle, sinaptik yayılım ve postsinaptik reseptör kontrolünü etkileyen DTNBP1, nöronal migrasyon ve beyin gelişiminde önemli rolleri olan NRG1, 1q42.1 bölgesinde bulunan DISC1 ve DISC2 (dısrupted ın schizopherenia) genleri ve ayrıca 22q11 silme sendromunun şizofreni için oldukça yüksek bir riske sahip olduğu ortaya konmuştur. Ayrıca dopaminin salınımını kontrol eden COMT (Katekol-O-metiltransferaz) kodlanmasını sağlayan gen üzerinde de çalışmalar vardır. Bütün bu genler nörogelişimsel süreç, anormal sinaptik bağlantılar ve bozuk nörotransmitter salınımı ile ilişkilidir[13][31][34][39][40][41][42].
Biyokimyasal faktörler
Hücresel iletişim ve antipsikotik ilaçların farmokolojik işlevleri hakkındaki bu bilgiler; dopamin, noradrenalin, seratonin, asetilkolin, glutamat, nöromodülatör proteinler ve bunların reseptörleri hakkında biyokimyasal hipotezlerin ortaya atılmasına katkıda bulunmuştur.[12]
Dopamin varsayımı
Şizofreninin fizyopatolojisinde dopamin varsayımı 1960-1970'lerden bu yana sayısız araştırmaya konu olmuştur. Bunun nedeni üç önemli bulguya dayanmaktadır:
Amfetamin, kokain, levodopa ve metilfenidat gibi dopamin aktivitesini arttıran maddeler şizofreninin bazı yönlerine benzeyen paranoid psikoza yol açarlar.
Şizofreniklerin tedavisinde kullanılan nöroleptiklerin antipsikotik etkisiyle bunların DA2 reseptörlerine bağlanma gücü arasında ilişki görülmüştür.
Şizofreni hastalarının ölüm ardı (post-mortem) ve PET incelemelerinde beyinde DA2 benzeri reseptörlerin yoğunluğunda artma olduğu gösterilmiştir[12][13][31][43].
Dopamin varsayımının altında yatan gözlem, kimi şizofreni hastalarında; mezolimbik, mezokortikal ya da nigrostriatal dopaminerjik nöronlarda göreceli bir etkinlik artmasıdır. Şizofrenide görülen sanrı, varsanı, düşünce bozukluğu, düzensiz davranışlar gibi pozitif belirtiler bu artma ile açıklanmaya çalışılmıştır. Etkili nöroleptikler özellikle DA2 reseptörlerine ket vurarak (inhibe ederek) dopamin artımını önler ve bu yolla pozitif belirtileri düzeltirler. Fakat duygularda küntleşme, ilgisizlik, aldırmazlık, toplumdan çekilme, düşünce fakirliği gibi negatif belirtileri daha yoğun olan hastalar nöroleptiklerden fazla yararlanamamaktadır. Bunun nedeni, bu hastalarda beyin neokorteksinde negatif belirtilere yol açan dopamin reseptör sayısı ve aktivitesinde azalmalardır. Bu konuda yapılan çalışmalarla prefrontal kortekste dopamin salınımını sağlayan COMT (katekol-O-metiltransferaz) enziminde kalıtımsal bir bozukluk olduğu gözlemlenmeye çalışılmıştır.[13][31][44][45][46].
Glutamat varsayımı
Glutamat beyinde en fazla işlevi olan nörotransmitterlerden biridir. Araştırmalar bir uyarıcı aminoasit olan glutamat aracılığıyla beyinde gerçekleştirilen nöral iletimin şizofreniklerde bozuk olabileceğini göstermektedir. Bazı araştırmalarda şizofrenide hipokampustaki N-metil-D-aspartat reseptörlerinde glutamerjik etkinlikte bir eksiklik olduğu görülmüştür. Bu konuda araştırmalar henüz kesin bir sonuca ulaşmış değildir.
Glutamat hipotezine göre; glutamatın şizofreni patofizyolojisindeki yeri majör glutaminerjik reseptör olan N-metil-D-aspartat (NMDA) reseptör kompleksinde glutaminerjik etkinlikte bir eksiklik; glutaminerjik, dopaminerjik, GABA sistemleri arasındaki ilişkiler; fensiklidinin neden olduğu akut ve kronik etkilere dayanmaktadır. NMDA'nın antogonisti olan fensiklidinin kısa dönemli uygulanımı şizofrenide görülen pozitif ve negatif belirtilere yol açmakta, kronik uygulanımı ise prefrontal kortekste hipodopaminerjik durumu doğurmakta ve negatif belirtilere neden olmaktadır[12][13][31][47][48].
Serotonin ve Noradrenalin varsayımları
Şizofreniklerin bir kesiminde beyinde ve beyin-omurilik sıvısında noradrenalin arttığı ve bu yolla dopaminerjik yayılımın çoğaldığı bildirilmiştir. Fakat noradrenalin yıkım ürünü olan MHPG üzerindeki çalışmalar bir sonuç vermemektedir.
Serotonin reseptörlerini bloke edici etkisi yüksek olan klozapin süregen şizofrenik hastalarda olumlu etki göstermektedir. Dopaminerjik ve serotonerjik dizgeler anatomik olarak birbirine bağlantılıdır ve işlevsel olarak birbirleriyle etkileşim içindedirler. Henüz serotoninin şizofrenideki yeri aydınlatılamamıştır.
Noradrenalin ve serotonin üzerine yapılan araştırmalar dopamin varsayımına karşı değil onu tamamlamaya yöneliktir. Bu araştırmalar kesin bir sonuca ulaşamamıştır[13].
Beyinde yapısal ve işlevsel bozukluklar
Beynin belli bir ya da birkaç bölgesinde birinci derece sorumlu özgül bir bozukluk henüz saptanamamıştır. Araştırmalar şizofreninin daha çok beynin iletim devrelerinde bir bozukluk olabileceğini göstermektedir. Şizofreniklerde genel beyin hacminde küçülme bulunmuştur. Bu eksilmenin nedeninin nörodejeneratif bir bozukluk mu, nöro-gelişimsel bir bozukluk mu olduğu tartışılmaktadır. Son yıllardaki incelemelerin çoğu, nörodejeneratif bozukluktan ziyâde nörogelişimsel bozukluk görüşünü desteklemektedir.
Araştırma verilerine göre; frontal lobda küçülme, talamusun algıları süzme ve ayıklama işlevinde bozukluk, prefrontal korteks ve serebellum arasındaki devrelerde bozukluk vardır. Yapılan araştırmalarla süregen şizofrenik hastalarda uyaranların beyne ulaşırken karşılaştıkları süzgeçte ve girdi ayarlamasında bir yetersizlik olduğu, bu nedenle beyne çok fazla bilgi iletildiği, ama hastanın bu bilgileri uyum amacıyla ayıklayamadığı ve bütünleştiremediği anlaşılmaktadır. Şizofreniklerde temelde bir bilgi-işleme kusuru olabileceği görüşü giderek ağırlık kazanmaktadır. Şizofreni bilgi-işleme kuramları başlangıçta daha çok uyaranların süzülmesinde bir bozukluk olduğu varsayımına dayanmaktaydı. Son yıllarda daha çok nörofizyolojik temelli bilgi işleme kuramları öne çıkmaktadır. Bazı araştırmalara göre şizofrenide temel bozukluk istenç eksikliğidir. Niyetlenme ve harekete geçme işlevleri frontal korteks ile ilgilidir. Şizofrenide bir niyetin harekete geçirilmesi için gerekli olan istenç eksikliği frontostriatal bir patolojiyle bağlantılıdır. Son yıllarda "eksiklik sendromu" giderek artan biçimde ilgi çekmektedir.[13]
Beyin görüntüleme yöntemleri
Manyetik rezonans görüntüleme ve diğer beyin görüntüleme tekniklerinde teknolojinin gelişimini takiben şizofreni tanısı almış kişilerde beyin aktivitesindeki farklılıklar üzerine çalışmalar vardır.
Günümüzde şizofrenide beyindeki yapısal anormalliklerinin araştırılmasında çoğunlukla manyetik rezonans (MR) teknikleri kullanılmaktadır[49][50][51]. Birçok beyin MR incelemesi; lateral ventrikülerin hacminde artma, beynin tümünde az da olsa azalma (%2-3 arasında), ayrıca hipokampus, talamus ve frontal lobların bölgesel hacminde azalma olduğunu göstermektedir[49][50][52][53][54][55]. Bununla beraber, şizofrenlerdeki ventriküler genişlemenin ilerleyici olmadığına ve hastalık ortaya çıkmadan önce de var olduğuna dair kanıtlar bulunmaktadır[56][57].
Çocukluk-başlangıçlı şizofrenlerin anatomik MR araştırmaları, gri cevherde azalma ve ventriküler büyümenin yetişkinliklerinde tipik olarak görüldüğünü göstermektedir. Buna zıt olarak yetişkinlik-başlangıçlı şizofrenide temporal lobda yapısal değişiklikler bulunmuştur[49][58][59][60].
Şizofrenide pozitron emisyon tomografisi (PET) araştırmaları ise frontal loblar, bazal gangliyonlar, talamus ve temporal loblar üzerine yoğunlaşmış ve bunların her biri ile ilgili birtakım anormallikler gösterilmişse de henüz beynin belli bir ya da birkaç bölgesinde birinci derecede sorumlu özgül bir bozukluk saptanamamıştır[61][62]. Şizofrenide genel olarak frontal lobda küçülme, talamusun algıları süzme ve ayıklama işlevinde bozukluk, prefrontal korteks ve serebellum arasındaki devrelerde bozukluk olduğu bilinmektedir[13][49].
Şizofrenlerin beyin büyüklükleri sağlıklı kontrol grupları ile karşılaştırıldığında yaklaşık olarak %5-8 daha hafif ve %4 daha küçüktür[63][64]. Ayrıca Nelson ve arkadaşları, bir manyetik rezonans (MR) meta-analiz çalışmasında, şizofreni ile bilateral hipokampus ve amigdala küçülmesi arasında pozitif ilişki olduğunu kanıtlamıştır[53].
Şizofrenide güncel kuramlar
1990'lara kadar uzun yıllar bilim çevrelerince sıklıkla kabul edilen hipotez nörodejeneratif kuramdır. Ancak bu hipotez hastalığın patofizyolojisini açıklamakta yeterli olamamıştır. Son yıllarda yapılan çalışmalar neticesinde, artık günümüzde yaygın kabul gören görüş, nörogelişimsel kuramdır[65].
Yıllar boyunca şizofreninin, hastalık ortaya çıkmadan kısa bir süre önce meydana gelen patolojik süreçlerden kaynaklandığı düşünülmüştür. Günümüzde ise yaygın olarak şizofreninin erken beyin gelişiminde meydana gelen bir anormallikten kaynaklandığı kabul edilmektedir. Bu açıdan bakıldığında şizofreni beyin gelişiminden kaynaklanan ensefalopatiler gibi kabul edilmektedir[66].
Nörogelişimsel kuram
Nörogelişimsel kuram, şizofreninin yaşamın erken dönemlerine ait gelişim basamakları ile ilgili sabit ve yapısal bir noksanlıktan kaynaklandığını öne sürmektedir. Bu gelişim basamakları; nöronal öncülleri, glial proliferasyonu ve migrasyonu, aksonal ve dentritik proliferasyonu, aksonların miyelinizasyonunu, programlı hücre ölümünü ve sinaptik budanmayı kapsamaktadır[66]. Yaygın olarak kabul gören bir model, nörogelişimsel bir kusurun morfolojide ve hücre mimarisinde değişikliğe yol açarak nöronların modulatuar kapasitelerinde bir noksanlık meydana getirdiğini öne sürmektedir[67]. Bununla birlikte ergenlik ve erken erişkinlik dönemlerinde bu nörogelişimsel kusurun stres gibi çevresel tetikçilerle birlikte belirgin semptomlara yol açtığı düşünümektedir. Bozukluğu kompanse eden sinaptik bağlantıların budanma sonucu yok olmalarının belirtilerden sorumlu olduğu düşünülmektedir[68].
Hastalığın erken gelişim döneminde oluşan bir lezyondan köken almasına rağmen klinik belirtilerin ergenlik çağının sonlarında ortaya çıkması ergenlik döneminde gerçekleşen olgunlaşma süreçlerinin psikozu ortaya çıkarttığı yönünde yorumlanmaktadır[63]. İnsan beyninin, yaklaşık olarak yetişkin beyin büyüklüğüne ilkokul yıllarında ulaştığı bilinmektedir ve bu büyüme beyaz cevherden değil gri cevherden olur[63][69][70]. Ayrıca nöral bağlantıların özgül olarak düzenlenmesi ve serebral yapılardaki özel küçülmeler de erken serebral olgunlaşmada gerçekleşmektedir. Erken dönemde oluşmuş bir lezyon ile hastalığın ortaya çıkması arasındaki gecikme, ergenlikte meydana gelen kortikal budanma gibi bazı olgunlaşma mekanizmalarında meydana gelen genetik değişikliklerle açıklanmaktadır[63][71].
Gecikmiş başlangıcın nedenleri
Günümüzde hastalığın klinik olarak başlamasına neden olan ek bir patolojinin ortaya çıkması ya da tetikleyici psikostresör bir etkenin varlığı üzerinde yoğunlaşılmıştır. Şizofrenide, erken beyin gelişimindeki hasarla bozulmuş nöronal sistemler aslında geç olgunlaşan nöronal sistemlerdir. Bu nedenle, bunlara ait bir fonksiyonel bozukluk, postnatal olgunlaşmanın tamamlandığı döneme dek görülmeyebilir. Diğer bir deyişle postnatal beyin gelişimi tamamlanıncaya dek -ki bu durum geç adölesan ve hatta erken erişkinlik dönemlerine kadar devam eder- hem hatalı fonksiyon belirti vermez hem de diğer sistemler bu hatalı fonksiyonu kompanse ederler. Bunun nedeni -Kennard prensibi- genç beynin daha fazla kompansasyon kapasitesine sahip olmasıdır[65][72][73][74].
Nöropsikolojik testler ve fonksiyonel beyin görüntüleme tekniklerini kullanan çalışmalar; kortikal disfonksiyonun, prefrontal ve temporal loblar arasındaki fonksiyonel ilişkiyi içerdiği gösterilmiştir ki bu şizofreninin karakteristik bulgusudur. Beynin en geç olgunlaşan bölümü prefrontal-temporal bölgedir. Nörogelişimsel kurama göre, bu nedenle bu bölge ile ilgili fonksiyonel bozukluk belirtileri geç ortaya çıkar. Prefrontal-temporal bölge çevresel şartlar yetersiz olduğunda maksatlı davranışa rehberlik etmek için geçmiş deneyimlerin kullanımını kolaylaştıran bölgedir. Sonuçta yeni çevresel şartlar ile geçmiş deneyimler arasında bağlantı kurarak yeni tepkilerin verilebilmesi ve uyumlu bir davranış modeli gösterilebilmesinde rehberlik yapar. Yeni bir stresör ile karşılaşan kişi, prefrontal-temporal bölgenin işlevi sayesinde bu stresör ile başa çıkabilir. Bu nedenle prefrontal-temporal bölgenin henüz gelişmekte olduğu erken çocukluk dönemlerinde bu fonksiyon işlev görmediğinden diğer bölgelerin kompansasyonu yardımıyla stresör etkenlerle başa çıkıldığından bu bölgedeki bozukluk olgunlaşma tamamlandıktan sonra ortaya çıkacaktır. Çünkü bu dönemde diğer olgun bölgelerin kompansanyon işlevi de son bulmuştur[65][72][73][75][76][77].
Nörogelişimsel anormalliklerle şizofreni arasındaki ilişkinin kanıtları
Konuşmada gecikme, okuma ve motor becerilerde yetersizlik gibi nörogelişimsel bozukluklar genellikle ilerleyici değildirler ve yaşamın ilk on yılında görülmektedirler. Serebral morfolojik değişiklikler; mikrosefaliyi, hidrosefaliyi, anormal hücre migrasyonunu ve bazı beyin bölgelerinin asimetrisini içermektedir[69]. Şizofreni hastaları nörogelişimsel bozukluklukların birçok karakteristik özelliğini taşımalarına rağmen çok farklı klinik bulgular sergilemektedirler. Bu nedenle bu bozukluklar hakkında genel bir yargıya ulaşmakta güçlükler yaşanmaktadır. Nörogelişimsel kuram göz önüne alındığında, hastalığın gizli, belirti vermeyen bir süreci olduğu ve lezyon ile bazı nörogelişimsel anormalliklerin tanı konulmadan önce gözlenebilineceği düşünülmektedir. Şizofrenideki nörogelişimsel anormalliklerle ilgili yapılan çalışmaların çoğu olumsuz sonuçlansa da bazı çalışmalar şizofreni için risk sayılan birtakım davranışsal ve bilişsel anormallikler tanımlamaktadır[78].
Nörodejeneratif kuram
Nörodejeneratif kuram, gelişimsel evrelerde herhangi bir sorun olmaksızın, sonradan nöronal dejenerasyon sonrasında hastalığın ortaya çıktığı görüşünü destekler. Hastalığın seyri sırasında nöron fonksiyonlarında progresif kayba yol açan, bir nörodejeneratif sürecin devam ettiğini iddia eder. Hastalığın genellikle ileri (yetişkin) yaşlarda ortaya çıkması ise yaşlı nöronların bu bozuklukların dejenerasyonuna daha duyarlı olduğuna bağlanmaktadır.
1990'lara kadar uzun yıllar bilim çevrelerince sıklıkla kabul edilen hipotez nörodejeneratif kuramdır. Buna göre genç erişkin dönemde klinik semptomatoloji başlayıncaya kadar birçok olguda ya beyin gelişiminin normal olduğu ya da sonradan gelişen metabolik, enfeksiyöz veya degeneratif hastalıklar nedeniyle hasara uğrayan beynin bozuk işlevleri sonucu şizofreni ortaya çıktığı ileri sürülmüştür. Bu çerçevede viroimmünolojik hipotez gibi görüşler de ileri sürülmüştür[65].
Ancak son yıllarda yapılan araştırmaların neticesinde; şizofreni kliniği arasında bağlantıların olduğunu gösterebilen nörobiyolojik modellerin bulunması nörodejeneratif hipotezden ziyade nörogelişimsel modelin şizofreni kliniğine uygun olduğu görüşü ağırlık kazanmaktadır[65]. Bir grup araştırmacı ise bazı şizofrenlerin, nörogelişimsel modelden çok nörodejeneratif modele uygun klinik tablolar sergilediğini öne sürmektedir. Bu tablolar, önceden sağlıklı olan insanlarda meydana gelen ve başlarda giderek kötüleşirken sonra hafifleyen ya da psikotik ve/veya negatif belirtilerle devam eden hastalık durumunu ve hastalık öncesi haline dönen çok küçük bir grubu içermektedir[69].
Şizofrenide risk etkenleri
Şizofeni için annenin kötü beslenmesi, zehirlenmesi, strese maruz kalması, enfeksiyonlar, gebelikte ve doğumda karşılaşılan olumsuzluklar ve genetik etkenler dahil sayısız risk etkeni tanımlanmıştır[79]. Yapılan bir araştırmada; şizofreni ile doğumda erken membran ruptürü, forsepsle doğum ve 2,500 gramdan düşük doğum ağırlığı arasında belirgin ilişki olduğu tespit edilmiştir[80]. Ayrıca erkeklerin gebelik ve doğum sorunlarına, serebral olgunlaşma zamanlarının farklı olmasından sebep daha hassas oldukları öne sürülmektedir[81]. Annenin beslenmesi üzerinde birçok araştırma yapılmasına rağmen, sadece gebeliğin ilk üç ayında yetersiz folik asit alımı ile nöral tüp defektleri (spina bifida, hidrosefali, anensefali) arasında bir ilişki olduğu bulunmuştur[82][83].
Ilıman iklime sahip ülkelerdeki epidemiyolojik çalışmalar kış sonu ve ilkbahar başlarındaki doğumlarda şizofreni prevalansının yüksekliğine dikkat çekmektedir[84]. Şizofreni ile doğum mevsimi arasındaki ilişkiyi açıklayan çevresel etkenler enfeksiyon ajanlarına, beslenme faktörlerine ve çevre sıcaklığındaki değişikliklere işaret etmektedir[85]. Ayrıca şizofreni üzerine yapılan epidemiyolojik çalışmalar annenin gebeliğin ikinci üç aylık döneminde maruz kaldığı grip ve diğer virüslerin bebeğin ileriki yaşlarında şizofreni için risk teşkil edebileceğini göstermektedir[86][87][88][89][90][91].
Tedavi
Bu güne kadar şizofreninin ana kökeni ve tam tedavisi bulunamamıştır. Aşağıdaki tedavi şekilleri semptom tedavisinde, akut krizlerin tekrar ortaya çıkmasını engellemek ve kişinin bozukluğa rağmen kişilik gelişimini desteklemek içindir. Şizofreni tedavisi dört önemli başlık altında özetlenebilir;
İlaçla Tedavi
Psiko- ve Sosyoterapi
Psiko-bilgilendirme
Aile Desteği
İlaçla tedavi
1950'lerde şizofreni tedavisinde kullanılmasıyla çığır açan klorpromazin molekülü
Şizofreninin ilaçla tedavisinde nöroleptikler kullanılmaktadır. Nöroleptiklere; Clozapin, Risperidon, Zotepin, Sulpirid, Olanzapin, Sertindol, Amisulprid, Quetiapin, Ziprasidon örnek verilebilir. Nöroleptik (antipsikotik) ilaçlar 1950'lerde ilk olarak klorpromazin ile kullanıma girmiş ve şizofreni tedavisinde çığır açmıştır[92]. İlaçların kullanımı hastadan hastaya ve türden türe değişiklik göstermektedir. İlaçların etki süresi de hastadan hastaya değişiklik gösterir ve kullanılan ilacın türüne bağlı değişik yan etkiler görülebilir. Sıkça görülen yan etkiler arasında yorgunluk, hareket bozuklukları, yerinde oturamama, susuzluk, terleme, bulanık görme, iştah artması, kilo alma sayılabilir. Özellikle eski tip antipsikotiklerin uzun süreli kullanımına bağlı olarak tardiv diskinezi adı verilen, istemsiz hareketlerle karakterize bir hareket bozukluğu ortaya çıkabilir.
Akut dönemlerinde zorunlu olmak üzere şizofrenide ilaçlar başta gelen tedavi yöntemidir. İlaçsız sağaltım yöntemleri süregenleşme riskini arttırır. İlaçların özellikle pozitif belirtileri yatıştırdığı bilinmektedir. İlaçlara yanıt ve duyarlılık bireyden bireye farklılıklar göstermektedir. Negatif belirtilerin baskın olduğu hastalarda yatıştırıcı etkisi daha az olan nöroleptiklerin kullanımı araştırmalarla desteklenmiştir. Uzun süre verilen ilaçlar bazen hastalarda negatif belirtilerin artmasına neden olabilmektedir[13].
Psikoterapi
Şizofreni hastalarının tedavisinde kullanılmak üzere çeşitli psikoterapi yaklaşımları (bilişsel-davranışçı terapiler, destekleyici psikoterapi, ilaç uyum terapisi, “kişisel” terapi, kabullenme ve bağlılık terapisi vb.) geliştirilmiştir. Bu yaklaşımlar arasından etkinliği konusunda hakkında en fazla kanıt bulunan tür, bilişsel-davranışçı terapi olarak adlandırılan terapi çeşididir. Bu tür bir terapinin, ilaç tedavisinden sonra geride şikayetleri kalan hastalarda yararlı olduğu düşünülmektedir[93].
Psiko-bilgilendirme
Psiko-bilgilendirmenin şizofreni hastalarının tedavisinde uygulanacak programa dahil edilmesinin yararlı olduğuna dair kanıtlar vardır ve bazı ülkelerde bu tür programlara rutin olarak dahil edilmiştir[94][95][96].
Alternatif yaklaşımlar
Şizofrenide ilaçla tedavi yanında bir beslenme planı da bazı yazarlarca önerilmiştir. Bu yazarlara göre alkol, kahve, et ve şekerin mümkün olduğunca az alınması gerekir. Omega-3 bağı içeren yağların (balık, her türlü deniz ürünleri, tofu, soya, badem, ceviz), omega-6 bağı içeren yağlar (ayçiçeği, susam, mısır), folik asitler (taze portakal suyu, ıspanak, fıstık, kuru fasulye, nohut), B3 vitamini (balık, patates, avokado, kahverengi pirinç), B6 vitamini (tavuk, karnabahar, domates) ve C vitamini (brokoli, turunçgiller, lahana, kivi) tüketimi yine bazı yazarlar tarafından önerilmiştir.[97][98][99]. Bir diğer öneri ise çölyak hastalığının da tedavi şekli olan glutensiz ve kazeinsiz diyet'tir[100][101][102][103].
Toplum ve kültür
Sosyal stigmata, şizofreni hastalarının tedavisinde en büyük engel olarak tanımlanmıştır[104].
John Forbes Nash, üniversite yıllarında paranoid şizofreni semptomları göstermeye başlayan Amerikalı matematikçi. 1994 yılında Nobel Ödülü kazandı, 2001 yılında hayatı Akıl Oyunları adlı filmde betimlendi.
1999 yılında yapılan geniş bir örnekleme sahip bir çalışmada, Amerikalıların şizofreni konusundaki inanışları incelenmiştir. Bu çalışmada, şizofrenlerin başkalarına zarar verici davranışlarda bulunmasını Amerikalıların %12,8'i oldukça muhtemel olduğuna inanırken, %48,1'inin ise bunun bir miktar muhtemel olduğuna inandığı bulunmuştur. Aynı çalışmada, şizofrenlerin kendi tedavileri hakkında karar verme yetileri olup olmadığı konusunda bir başka soruya ise %74'ün üzerinde kişi pek muktedir değil veya hiç muktedir değil diye cevaplamıştır. Aynı şekilde para idaresi konusunda karar verme yetileri olup olmadığı konusundaki soruya da %70,2'si pek muktedir değil veya hiç muktedir değil diye cevaplamıştır[105]. Yapılan bir çalışmada, psikoz hastalarının şiddete meyilli oldukları inancının 1950'lerden bu yana iki katından fazla arttığını gösterilmiştir[106].
Akıl Oyunları adlı kitap ve filmde, şizofreni tanısı konmuş Nobel ödüllü matematikçi John Forbes Nash'ın hayatı konu edilmiştir. Marathi dilindeki Devrai adlı filmde bir şizofreni hastasının konu edilmiştir. Hastaların davranış şekli, düşünce yapısı ve hastalıkla mücadelesi konu edildiği film Hindistan'ın batısında yer alan Maharashtra'ın Konkan bölgesinde çekilmiştir. Ayrıca, hastaların tedavide kullandıkları ilaçlar ve aile üyelerinin gösterdikleri büyük sabır da filmde konu edilen diğer konulardır. Şizofrenlerin aile üyeleri tarafından kaleme alınan gerçek olaylara dayanan kitaplardan bir diğeri ise, Avustralyalı gazeteci Anne Deveson'un oğlunun şizofreni ile mücadelesini kaleme aldığı Tell me I'm Here adlı kitaptır[107]. Bu kitap sonradan beyaz perdeye de uyarlanmıştır.
Mark Vonnegut tarafından kaleme alınan The Eden Express adlı kitapta bir şizofreni hastasının, hastalıkla mücadelesi ve tedavi süreci konu edilmiştir. Şizofreninin konu edildiği bir diğer kitap ise, Mikhail Bulgakov'un 1975 tarihli The Master and Margarita adlı eseridir.
Borderline kişilik bozukluğu Amerikan Psikiyatri Birliği[1] tarafından nevrozlarla psikozlar arasında sınırda olan kişilik olarak kendini belli eden kişilik bozukluğu olarak tanımlanmıştır.[2][3] Neredeyse her zaman bunalım içindedir. Mikropsikotik davranışlar, disosiyatif belirtiler gösterebilir. Kendine zarar verici davranışlardan kaçınmaz. İntihara eğilimlidir. Kişiler arası iletişimleri çalkantılıdır. Tutarsız davranışlar sergiler.
Antisosyal kişilik bozukluğu veya diğer adıyla sosyopati, psikopati ile alakalı bir psikolojik bozukluktur (düzensizliktir). Bir sosyopatı bir psikopattan ayıran özellik, patolojidir, yani semptom farklılığıdır. Psikopati, sosyopatiye göre daha ağır bir bozukluk olup, sosyopatide görülen semptomlara ek olarak, özellikle ahlaka aykırı davranışlar ihtiva eder. Sosyopatiye sosyal çevrenin sebep olduğu düşünülmektedir. Antisosyal kişilik bozukluğuna (ASKB) sahip olan insanlar, halk arasında yaygın olarak “sosyopat” olarak adlandırılırlar. ASKB, bir kişilik bozukluğudur; bir akıl hastalığı değildir.
İçindekiler
1 Tanım
2 Tanı Ölçütleri
3 Cinsiyet Farklılıkları
4 Semptomlar (belirtiler)
5 Yaygınlık
6 Diğer akıl hastalıkları/bozuklukları ile ilişkisi
7 Potansiyel (olası) işaretçiler
8 Nedenleri
Tanım
Sosyopati, antisosyal kişilik bozukluğu olarak isimlendirilen psikolojik hastalığın gayriresmî adıdır. Antisosyal kişilik bozukluğu, akli bir bozukluk (düzensizlik) olmayıp, Amerikan Psikiyatri Derneği’nin Teşhis ve İstatistik Rehberinde şöyle tarif edilmektedir: “Teşhis için temel özellik, çocukluk veya ilk ergenlik çağında başlayıp yetişkinlik çağında da devam eden, diğer insanların hakları ile ilgili daimî bir umursamazlık ve ihlal seyridir.” Hastalığın temel özellikleri olarak sayılan hususlar, hilekarlık ve manipülasyondur. Bu sebeple, teşhisi koyarken, muayene edilen ferdin haricindeki kaynaklardan malzeme (delil) toplamak zorunludur. Ayrıca fert, 18 veya daha büyük yaşta olmasına ek olarak belgelenmiş 15 yaş öncesi davranış bozukluğu hikâyesine (tarihçesine) de sahip olmalıdır.
Antisosyal kişilik bozukluğunun kriterleri; Spitzer, Endicott ve Robbins (1978) tarafından geliştirilmiş bulunan “araştırma teşhis kriterleri”nden alınmıştır. DSM–IV’ün geliştirilmesi esnasında araştırma verilerine aşırı derecede önem verildiği, fakat empati yokluğu, durumunu ve kendi kıymetini yapay olarak şişirme gibi daha geleneksel psikopatik özelliklere yeterince önem verilmediği yollu bir endişe vardı. Fakat yazarlar tarafından yürütülen saha çalışmasının ön verileri, Hare ve diğ. (1992) tarafından geliştirilen Psikopati Kontrol Listesinden alınan bazı psikopati özelliklerinin güvenilir bir şekilde ölçülmelerinin zor olduğunu göstermiş, bu sebeple de teşhis kriterlerine dâhil edilmemişlerdir. Merhametsizlik bir örnektir. Antisosyal şahıs, suçluluk veya merhamet duygusu gösterebilir veya özürler ve mantıklılaştırmalar beyan edebilir. Fakat, bizzat suç teşkil eden fiillerin tarihçesi, çok az merhamet veya suçluluk duygusu izlenimi verir.
Tanı Ölçütleri
Tanı için, aşağıdakilerden en az üçünün bir kişide toplanması gerekir.
Sürekli göz altına alınmayı gerektiren fiilleri işlemek suretiyle belirlenmiş, hukuka uygun davranışları tespit eden sosyal kurallara uymamak,
Sürekli yalan söylemek, takma isimler kullanmak veya kişisel çıkar veya zevk için diğer insanları kandırmak fiilleri ile belirlenen hilekârlık,
Fevrîlik (ani tepki gösterme) veya ileriyi (geleceği) planlayamamak,
Sürekli fiziksel dövüşmeler ve saldırılar ile belirlenen sinirlilik ve saldırganlık,
Kendisinin veya başkalarının emniyetini ihmal etmek ve umursamamak,
Tutarlı iş davranışını devam ettirme (aynı işte uzun süre çalışma) veya parasal yükümlülüklerini yerine getirmede sürekli başarısızlık ve sorumsuzluk,
Başka bir kimseye zarar verme, kötü davranma veya malını çalma konusunda umursamazlık veya bu fiilleri mantıklılaştırma merhametsizliği.
Antisosyal davranış, sadece “şizofreni” nöbeti veya “manik nöbet” esnasında meydana gelen türden olmamalıdır.
Cinsiyet Farklılıkları
DSM–IV’ün, Amerikan Psikiyatri Derneği tarafından 1994 yılında yapılan baskısına göre, ABD’de antisosyal kişilik bozukluğu teşhisi, yaklaşık olarak tüm erkeklerin % 3’üne ve tüm kadınların % 1’ine konulmuştur.
Semptomlar (belirtiler)
Antisosyal kişilik bozukluğu olan kişilerin ortak özelliklerinin bir kısmı şunlardır:
Küçük yaşta hayvanlara karşı saldırganlık
Yalan söyleme veya hırsızlık yapmada ısrar,
Ceza adaleti sistemi ile sürekli sorunlar yaşama,
Diğer kişilerin haklarını veya sınırlarını (finansal, fiziksel, cinsel, duygusal, hukuksal) ihlal etme eğilimi,
Alkol veya uyuşturucu madde kullanımına yönelme,
Saldırganca, sıklıkla şiddetli davranış; kavgaya karışma eğilimi,
Sürekli olarak endişe, sinirlilik ve moral bozukluğu hissetme (disfori)
Yaygınlık
ABD’de, DSM–III–R kriterlerini kullanan Milli Hastalık Süreçleri Sörveyi (The National Comorbidity Survey) tarafından elde edilen bulgular, erkeklerin % 5,8’i, kadınların ise % 1,2’sinin bu bozukluğun hayat boyu devam etme riskine sahip olduklarını göstermektedir. Yukarıda belirtildiği üzere, DSM–IV’e göre, antisosyal kişilik bozukluğu teşhisi, yaklaşık olarak tüm erkeklerin % 3’üne ve tüm kadınların % 1’ine konulmuştur.
Hapishanelerde, bu oranın % 75'e kadar yüksek olabileceği tahmin edilmektedir. Klinik ortamlardaki yaygınlık tahminleri, örneklenen nüfusun hâkim özelliklerine bağlı olarak, % 3 ile % 30 arasında değişmektedir. Hastalığın yaygınlığı, pek çok şiddet suçlularını içeren hapishane insanları gibi seçilmiş nüfuslarda daha da yüksektir (Hare, 1983). Benzer şekilde, ASKB’nun yaygınlığı, alkol veya diğer uyuşturucu madde kullanımı tedavi programlarındaki hastalar arasında genel nüfusta olandan daha yüksektir. Bu da, ASKB ile alkol veya diğer uyuşturucu madde kullanımı arasında bir bağlantı ve bağlılık olduğunu göstermektedir. David Korten tarafından yürütülen bir araştırma, bu özelliklerin, önemli şirketlerin üst yöneticileri arasında yüksek oranda olduğunu göstermektedir.
Diğer akıl hastalıkları/bozuklukları ile ilişkisi
Antisosyal kişilik bozukluğu, madde kullanımına yönelim hariç, tüm DSM–IV Eksen I hastalıkları ile negatif korelasyona sahiptir. Antisosyal kişilik bozukluğuna en kuvvetli korelasyon, Revizeli Psikopati Kontrol Listesi ile ölçülen psikopati sahiptir. DSM–IV–TR’de sunulduğu üzere, Amerikan Psikiyatri Derneğinin resmi duruşuna (tavrına) göre, “psikopati” ve “sosyopati”, antisosyal kişilik bozukluğunun eskimiş eş anlamlılarıdır. Dünya Sağlık Örgütü de, ICD–10’da psikopati, sosyopati, antisosyal kişilik, asosyal kişilik ve amoral kişilik kavramlarını “sosyal olmayan kişilik bozukluğu” (dissocial personality disorder) kavramının eş anlamlıları olarak kullanılması biçiminde benzer bir tavır sergilemektedir.
Potansiyel (olası) işaretçiler
Her ne kadar, antisosyal kişilik bozukluğu 18 yaşından önce resmen teşhis edilemese de, bu hastalığın, MacDonald Üçlüsü olarak bilinen üç işaretçisi, bazı çocuklarda bulunabilir. Bunlar; normalden uzun bir süre devam eden yatak ıslatma, hayvanlara eziyet ve piromani (yangın çıkarma hastalığı, yani yangın çıkarma konusunda kontrol edilemez bir isteğe sebep olan akıl hastalığı).
Bu işaretleri sergileyen çocukların, ne kadarının büyüyünce antisosyal kişilik bozukluğu geliştirecekleri bilinmemektedir. Fakat bu işaretler, teşhis konulmuş yetişkinlerin hayat hikâyelerinde sıklıkla bulunmaktadır. Kaç sayıda çocuğun, bu semptomlara sahip olduğu halde antisosyal kişilik bozukluğu geliştirmediği bilinmediği için, tahmini değer (diğer bir ifadeyle, bu semptomların gelecekteki antisosyal kişilik bozukluğunu tahmindeki faydası) net değildir. Bu üç özellik, Akıl Hastalıkları IV–TR Teşhis ve İstatistik Rehberi’nde (Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders IV-TR) “davranış bozukluğu” ismi altında yer almaktadır.
Antisosyal kişilik bozukluğunun işaretlerini sergileyen bir çocuğa, ya “davranış bozukluğu” veya “karşı gelme bozukluğu” (oppositional defiant disorder) teşhisi konulabilir. Fakat bu çocukların tamamının yetişkinliklerinde antisosyal kişilik bozukluğu geliştirecekleri söylenemez.
Nedenleri
ASKB'nun sebepleri bilinmemektedir. Biyolojik ve genetik faktörlerin rol oynayabileceği sanılmaktadır. Fakat, hastalık ile biyolojik faktörler arasındaki istatistiksel korelasyon zayıftır. Bu da pek çok uzmanı aksi yönde bir inanca yöneltmiştir.
Antisosyal ebeveyne sahip olma gibi ailevi bir hikâye, hastalığı geliştirme şansını artırmaktadır. Çocuklukta babadan şiddet görme veya aile içinde ebeveynler arasındaki çatışma, çocuklarda bu hastalığın riskini artırmaktadır. Mayo Kliniği’nin web sitesine göre, çocukluktaki ev (yuva), okul ve sosyal çevredeki (örneğin; mahalle) bir takım çevre faktörleri de katkı yapabilir. Örneğin; aşırı cezalandırıcı bir ev veya okul ortamı gibi.
Robins (1966-67), antisosyal kişilik bozukluğuna sahip fertlerin babalarında, diğer fertlerin babalarına kıyasla, daha fazla sosyopatik özellikler ve alkolizm vakası bulmuştur. Böyle bir ailede, diğer ailelere kıyasla, erkeklerin daha fazla antisosyal kişilik bozukluğu vakasına sahip olduklarını, kadınların ise daha fazla somatizasyon bozukluğu (somatization disorder) sergileme eğiliminde olduklarını bulmuştur.
Bowlby (1944), antisosyal kişilik bozukluğu ile hayatın ilk beş yılındaki ana mahrumiyeti arasında bir bağlantı görmüştür. Glueck and Glueck (1968), bu kişilik bozukluğunu geliştiren çocukların annelerinin tutarlı disiplin uygulamama ve şefkat göstermeme eğiliminde olduklarının işaretlerini ve alkolizm ve fevriliğe yönelik anormal bir eğilim bildirmiştir. Bu faktörlerin tümü, tutarlı yapıya ve davranış sınırlarına sahip istikrarlı ve fonksiyonel bir ev oluşturma konusundaki başarısızlığa katkıda bulunmaktadır.
Evlat edinme konusundaki araştırmalar, hem genetik katkıların ve hem de çevre katkılarının hastalığın gelişmesindeki rolünü desteklemektedir. İkizler hakkındaki araştırmalar da, yetişkinlerdeki antisosyal davranışın kalıtımsal olarak geçebilirliği konusuna işaret etmektedirler ve genetik faktörlerin yetişkinlerde antisosyal çocuklar veya ergenlerden daha önemli olduğunu göstermişlerdir. Çünkü bu son kategori araştırmalara göre, antisosyal çocuklar veya ergenlerde, paylaşılan çevre faktörleri daha önemlidir (Lyons ve diğer, 1995).
Bipolar bozukluk veya İki uçlu duygudurum bozukluğu belli bir düzeni olmayan ve sürekli tekrar eden depresif veyahut manik seyirler de ilerleyen ve bu dönemler dahilinde kişinin tamamıyla sağlıklı bir duygudurum (Ötimik) vaziyetine de girebildiği, kronik olarak tekrarlayan bir duygudurum bozukluğudur. Yaşanan bu iki dönemin ortak özelliği, kişilerin duygudurumunda olağan seyrinden farklı özellikte ve süreklilik arz eden bir yaşantısı olmasıdır. Bu farklılıklar depresif dönemde yaşanan hüzünlü, özgüveni düşük ruh halindeki artış (disfori) ve bununla birlikte manik dönem olarak nitelendirilen neşedeki artıştır (öfori).[7][8]
İçindekiler
1 Belirtileri
1.1 Mani dönemi
1.2 Hipomani dönemi
1.3 Depresif dönem
1.4 Karışık afektif dönem
1.5 Alakalı unsur ve durumlar
1.6 Eșlik eden unsur ve durumlar
2 Nedenleri
2.1 Genetik
2.2 Çevresel
2.3 Nörolojik
3 Tedavisi
4 Tedavi sonrası
5 Dış bağlantılar
6 Ayrıca bakınız
7 Kaynakça
Belirtileri
"Melankoli maniye evrilirken" resim altı yazısı barındıran, 1858 tarihli bir taşbasma. Geçmişte, bipolar bozukluk hastaları akıl hastanelerine sevk olunabilmekteydi.
Mani, bipolar bozukluğun tanımlayıcı özelliklerinden biridir[9] ve farklı şiddet düzeylerinde gerçekleşebilir. Hipomani olarak adlandırılan orta düzey şiddetteki mani içinde bulunan bireyler zinde ve kolaylıkla heyecanlanabilmekte (uyarılgan) olup; genellikle yüksek seviyeli bir üretkenlik içerisindedirler.[10] Hipomani ilerlemesi halinde, hasta bireyler birden değişiveren (Ing. erratic) ve fevri davranışlar gösterebilir. Bu hasta bireyler, geleceğe dair sıklıkla kötü kararlar alabilmektedir. Geleceğe dair gerçekçi olmayan düşünceler geliştirmekten ötürü daha az uyumaktadırlar.[11] Mani bireyler, ekstrem durumlarda, psikoza uzanacak boyutta halüsinasyonlar görebilir, var olmayan sesler duymaya başlayabilir veya evrene-çevresine dair kuruntulu ya da çarpık inanışlar geliştirebilir.[12] Bir mani dönemi (Ing. episode) ardından genellikle bir depresif dönem tecrübe edilir.[12] Mani ya da hipomani döneminden depresif döneme ve tam tersi, geçişten sorumlu biyolojik mekanizmalar, günümüzde bütünüyle keşfedilememiştir.[13]
Mani dönemi
Mani, hayatın akışına aykırı bir anormallik gösterecek şekilde en az bir hafta süresince 'yükselen' duygudurumu tecrübe edilmesi olarak tanımlanabilir. Bu duygudurumu, öforiden (yerinde duramama, zindelik hissiyatı, mutluluktan uçma vb.) deliryuma (bilincin ve algının kaybolması hali, hezeyan vb.) uzanan bir yelpaze içindedir.
Hipomani veya mani tecrübe eden bir bireyin, sıralanan şu davranışların en az üçünü göstermesi beklenir: konuşma baskısı (kesintisiz ve hızlı konuşmak), kısa dikkat süresi, 'racing thoughts', hedefler belirleme eyleminde artış, ajitasyon; hiperseksüalite veya aşırı maddi harcama yapmak gibi tepisel (impulsif), yüksek riskli davranışlar geliştirme.[14]
Bir bireyin mani dönemi tecrübe ediyor olup olmadığına dair kesin kanaat, bu davranışların ancak hasta bireyin sosyal veya iş hayatını sekteye uğratması halinde getirilmektedir.[15][16] Bu dönem rahatsızlığına müdahil olunmadığı takdirde, bir mani dönemi genellikle üç ila altı ay süresince devam eder.[17]
Hipomani veya mani bireylerde uyku ihtiyacının azalması, muhakemenin zayıflaması, çok hızlı ve abartılı konuşmaya başlanması gözlemlenebilir.[18][19] Mani bireylerde, bir "kendi kendini tedavi etme yöntemi" maksatlı, yıllarca sürdürülmüş bir madde bağımlılığı geçmişine rastlanabilir.[20] Bu dönemde, birey kendisinin durdurulamaz olduğunu hissedebilir; "seçilmiş bir kişi" ve bir "özel görev"le yükümlü olduğunu düşünmeye başlayabilir ya da büyüklenmeci-delüzyonal fikirlere sahip hale gelebilir.[21] Bu duygudurumu hali, saldırgan davranışlara dönüşebilir ve kimi zaman bireyin bir ruh ve sinir hastalıkları hastanesinde yatılı tedavi görmeye mecbur bırakılmasına yol açabilir.[22][23] Mani belirtilerinin şiddet düzeyi, Young Mani Derecelendirme Ölçeği gibi ölçeklerle ölçülendirilmeye çalışılabilir; fakat, bu tip ölçeklerin geçerlilik ve güvenilirlik düzeyi günümüzde araştırma konusudur.[24][1] 16 Mayıs 2017 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi. Bir mani ya da depresif dönem başlangıcı habercisi çoğunlukla uyku bozukluklarıdır 28 Mart 2020 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi..[25] Mani döneminden üç hafta öncesine kadar duygudurum değişimleri, psikomotor ajitasyon ve beslenme düzeninde değişme ve anksiyetede artış gerçekleşebilir.[26]
Hipomani dönemi
Hipomani, bir seviye düşük şiddette mani olarak tarif edilebilir. Hipomani, maninin tüm semptomlarını en az dört gün tecrübe edilmesi olarak kavramsallaştırılmıştır.[27] Lakin, bu tecrübeler, sosyal veya iş hayatında bireyin kabiliyetlerini önemli ölçüde olumsuzlaştırmaz; delüzyon ya da varsanı (halüsinasyon) psikozlarını barındırmaz ve bireyin, ruh-sinir hastalıkları hastanesinde müşahede altında bulundurulmasını gerektirmez.[28] Aksine, hipomani dönemlerinde bireyin genel faal halleri güçlenebilir; bu durum, kimi araştırmacılar tarafından bir savunma mekanizmasi olarak değerlendirilmiştir.[29] Hipomani dönemleri nadiren maniye evilir.[29] Hipomani tecrübe eden kimi bireylerde yaratıcılık artışı rapor edilmişken [10]; kimilerinde asabiyet artışı veya muhakame zayıflaması gözlemlenmiştir.
Hipomani, kimi bireylerde olumlu hisler yaratabilmektedir; fakat, bu dönemi tecrübe etmiş birçok bireyin rapor edilmiş beyanına göre, tecrübe beklentisinin oluşturduğu stres çokca sancılı bulunmuştur.[10] Hipomani dönemindeki bipolar bozukluk hastaları, kendilerine ait eylemlerin, kendi etrafında olan bireyler üzerindeki etkilerini fark edememek veya bu etkileri unutmak eğiliminde istemdışı bulunabilir. Hasta bireyin aile üyeleri ya da arkadaşları, bireyin duygudurumu çalkantılarını gözlemleyebilmesine karşın, genellikle, birey bu çalkantılı sürecin farkında olmaz.[30] 'Hipomanik bir eylem', depresif bir dönem ile takip edilmediğinde veya duygudurum çalkantılarının kontrol dışı, aniden değişebilen olmadığı hallerde, genellikle birey ve çevresi icin sorun yaratıcı olarak görülmez.[31] Dönem semptomları, genellikle birkaç hafta ila ay arası kadar sürer.[32]
Depresif dönem
Bipolar bozukluğun depresif dönem semptomları şunlardır: Üzüntü, öfke ve alınganlık duygularının direşken olması, zevk alınan aktivitelere ilgisizleşme/kayıtsızlaşma, aşırı ya da yersiz suçluluk hissi, umutsuzluk, çokca ya da çok az uyumak, iştah ve/veya kiloda değişimler, bitkinlik, zihinsel odaklanmada zorlanma, kendinden nefret etme veyahut değersizlik hissiyatı, ölümü sıkça düşünmek ve intihar fikrine kapılmak/planını yapmak.[33] Ağır vakalarda, birey psikoz semptomları gösterebilir. Bu ağır vaka, 'psikoz özellikleri gösteren ağır bipolar bozukluk' olarak da adlandırılmaktadır. Bu semptomlar, delüzyon ve halüsinasyondur. Bir depresif dönem, en az iki hafta sürmektedir; müdahil olunmadığı takdirde intihar ile neticelenebilir.[34]
Rahatsızlığın ortaya çıkış yaşı azaldıkça, rahatsızlık dönemlerinin ilk birkaçının depresif dönem olma ihtimali artmaktadır.[35] Bipolar bozukluk teşhisinde en az bir dönem mani ya da hipomani tecrübesi rapor edilmesine gerek duyulduğu icin, birçok bireye istemeyerek majör depresif bozukluk tanısı konmakta ve birey, reçete edilen antidepresanlar ile hatalı şekilde tedavi edilmeye çalışılmaktadır.[36]
'Melancholy' isimli W. Bagg tarafından, Hugh Welch Diamond cekilmis bir fotoğrafin cizilmis resmi.
Karışık afektif dönem
Bipolar bozuklukta, 'karışık afektif dönem', mani ve depresif dönem semptomlarının aynı anda gerçekleşmesi halidir.[37] Karışık dönem, depresif duygudurumuna, duygu çalkantılarının ve içtepisel kontrolün azalmasının eşlik etmesinden ötürü intihar riskinin nispeten yüksek olduğu bir dönemdir.[37] Bu dönemde, karışık olmayan mani veya depresif dönemlere göre anksiyete bozukluğu eşzamanlı hastalık olarak daha sık belirir.[37] Madde ve/veya alkol bağımlılığı da bu dönemdeki eğilimlere eşlik edebilir.[37]
Alakalı unsur ve durumlar
Bipolar bozukluğa, teşhis kıstasları olarak değerlendirilmeyen klinik haller eşlik edebilir. Örneğin yetişkin hastalarda, genellikle, kognitif (bilişsel, algısal) süreç ve kabiliyetlerde değişimler gözlemlenebilir.[38] Bunlar arasında dikkat ila zihinsel yürütücü işlevlerde ve hafızada zayıflama sayılabilir.[39] Kimi bilimsel araştırmalar, bipolar bozukluk ile yaratıcılık arasında dikkate değer bir doğru orantı olduğunu rapor etmiştir.[40] Bipolar bozukluk hastaları, ilişkilerini sürdürmekte zorluk yaşayabilirler.[41] Bipolar bozukluk teşhisi konulmuş bireylerin çocukluk döneminde rapor edilmiş öncül ve alakalı rahatsızlıklar olabilir, bunlar arasında; duygudurum anomalileri, majör depresif bozukluk dönemleri ve dikkat eksikliği/hiperaktivite bozukluğu sayılabilir.[42]
Eșlik eden unsur ve durumlar
Bipolar bozukluk teşhisi, hastalık ile eș zamanlı gerçekleşebilir. Kimi diğer psikiyatrik haller sebebiyle kolay olmayabilir; bu haller arasında: obsesif kompulsif bozukluk, madde bağımlılığı, yeme bozuklukları, dikkat eksikliği/hiperaktivite bozukluğu, sosyal anksiyete bozukluğu, premenstrüel sendrom ve panik bozukluk belirtilebilir.[33][43][44][45] Semptom ve dönemlerin uzun soluklu ve dikkatli analizi, mümkün ise bireyin aile fertleri ve arkadaş çevresi ile de iletişim halinde olunarak, eşlik eden diğer rahatsızlıkların var olduğu bipolar bozukluk vakalarında, uygun bir tedavi planı oluşturulması için çok önemlidir.[46]
Mani teşhisi konulan bir kadını gösteren 1892 tarihli bir taşbasma.
Nedenleri
Bipolar bozukluğa yol açan mekanizmalar kesin olarak bilinmemektedir ve bireyden bireye farklılık gösterebilir.[47] Hastalığın oluşma riskini %60-80 bandında genetik etmenlerin oluşturduğu düşünülmektedir.[48] Bipolar spektrumunda kalıtsallık oranı 0.71 olarak tahmin edilmektedir.[49] I. tip bipolar bozukluğa ait konkordans oranları, modern araştırmalarda, tek yumurta ikizleri icin mütemadiyen %40 oraninda tespit ediliyorken, bu oran çift yumurta ikizleri için %5 civarında bulunagelmektedir.[9][50] I. ila II. tip bipolar bozukluk ve siklotimik bozukluk kombinasyonu tecrübe eden çift ve tek yumurta ikizlerinde de, bir önceki çalışma sonucuna benzer olarak, ilgili oran sırasıyla %42 ve %11 olarak not edilmiştir. Unipolar bozukluğa ait kondordans oranlarını araştıran bir diğer bilimsel çalışmada, bu oran tek yumurta ikizleri icin %67 rapor edilmişken; çift yumurta ikizleri icin %19 olarak öne sürülmüştür.[51] Yukarıdaki araştırmaların tümünde, çift yumurta ikizlerine ait konkordans oranlarının nispeten düşük olması, hastalık oluşumu üzerinde aile ve çevre etkisinin kısıtlı olduğu çıkarımını önermektedir; fakat, bu tip araştırmaların doğası itibarıyla dar kapsamlı örneklemlemelere dayanıyor olması, bu önermenin kesin ispatını zorlaştırmaktadır.[52]
Genetik
Kimi davranışsal genetik araştırması, pek çok kromozom bölgesinin ve aday genin, her biri hafif veya orta etkili olmak üzere, bipolar bozukluk yatkınlığı ile etkileşimde bulunduğunu önermiştir.[48] Bir araştırmada, bipolar bozukluk riskinin, bipolar bozukluk tecrübe etmiş bireylerin birinci dereceden yakınlarında, toplum ortalamasına nispeten yaklaşık on kat yüksek olduğu bildirilmiştir.[9] Ayrıca, aynı çalışmada, majör depresif bozukluk riskinin de aynı gruplar için üç kat yüksek olduğu belirtilmiştir.[9]
Maniye dair ilk genetik bağlantı sonucunun 1969 senesinde keşfedilmesine karșın[53], günümüze kadarki araştırma sonuçları birbirini değillemektedir.[54] Bu yazının yazıldığı ana değinki en kapsamlı ve en son genom çapında ilişkilendirme çalışması[55] herhangi tek bir lokusun bipolar bozukluktan sorumlu olduğuna dair bir sonuca ulașamamıştır.
BDNF, dopamin reseptörü D4, d-aminoasit oksidaz ve TPH1'nin polimorfizmleri, sıkça bipolar bozukluk ile ilintilendirilmiş ve ilk zamanlarda geçmiş-verilerin analizi ile ispat edildiğine kanaat getirilmiş; fakat, ilgili testlerdeki birtakım doğrulamaların üzerine, bu grup gen ve bipolar bozukluğun ilintili oluşuna dair kesin yargı geri çekilmiştir.[56] Buna karşın, yeni bir çalışmada, TPH1'deki iki farklı polimorfizmin, bipolar bozukluk ile ilintili olduğu gözlemi rapor edilmiştir.[57]
Çevresel
Çevresel etmenler bipolar bozukluk oluşumu ve sürecinde önemlidir ve bireyin psikososyal özelikleri bireyin genetik nizamı ile etkileşebilir.[58] Yakın zamanda vuku bulan hadiseler ve bireyler arası ilişkiler de, bipolar bozukluk dönemlerinin oluşumu ve tekrar edişinde, unipolar bozuklukta olduğu gibi bir ihtimalle etkili olabilir.[59]
Nörolojik
Nispeten daha az etkili olsa da, bipolar bozukluk ya da benzeri rahatsızlıklar, devamda aktarılan nörolojik durum veya yaralanmalar sonucu ortaya çıkabilir: inme, travmatik beyin yaralanması, HIV enfeksiyonu, multipl skleroz, porfiria ve ender olarak temporal lob epilepsisi.[60]
Tedavisi
Tedavi edilmediği durumda ağır bir seyir izleyebilen bir psikiyatrik rahatsızlıktır.
Bipolar Bozukluk bazı kişilerde mevsimsel bir dalgalanma gösterir. Sonbahar ve kış, depresif durumun, ilkbahar aylarıysa manik atakların gözlendiği aylardır. Daha nadir olarak tam tersi de gözlenebilir.
Duygudurumların yoğunluğu ve süresi kişiden kişiye büyük ölçüde değişir.
Bipolar bozukluk üç ilaç sınıfıyla tedavi edilir; ruh hali stabilizatörleri, antipsikotikler ve antidepresanlar. Çoğunlukla tedavi duygu durum dengeleyicisi ilaçlar ve psikoterapiden oluşur. İlaçlar birincil tedaviyken, hastanın geçmiş devrelerin yarattığı kişisel ve sosyal zararları anlaması ve kabul etmesine yardımcı olmada ve gelecekte yaşayabilecekleriyle daha iyi başa çıkabilmesinde psikoterapi önemli bir rol oynar.[61] Yineleyen hastalık dönemleri (mani, depresyon, hipomani gibi) nedeniyle duygudurum dengeleyici ilaçların doktor kontrolünde uzun yıllar alınması gerekebilir.
Bipolar bozukluk genellikle ilaç ile tedavi edilmektedir. Psikiyatristler ve pratisyen hekimler genel olarak bipolar bozukluk semptomlarını azalmak için etkin ilaç tedavisini tercih ederler. Doktorunuz ile sürekli iletişimde kalmak, doktorunuzun söylediklerini harfiyen uygulamanız hastalığın tedavisinde önemli bir yere sahiptir. Bipolar bozukluk rahatsızlığı boyunca toplum hayatına uyum sağlamak, insanlardan uzak durmamak oldukça önemlidir. Hastalığın tedavisi ilaç kullanımı ile yapılıyor olsa da psikolojik rahatsızlıklarda moralin yeri unutulmamalı, bipolar bozukluğu bulunan kişinin morali yüksek tutulmalıdır.[62]
Tedavi sonrası
İlaçla tedavi, hastalığın kontrol altına alınması içindir. Kişi, bir psikiyatrist doktor ve psikolog yardımıyla, depresyon eğilimlerine karşı bir savunma geliştirmelidir. Yine de manik ataklar önlense bile, kişide genel bir durgunluk gözlenebilir. Kişi, bu eğilime karşı da hazırlıklı olmalı, yoğun depresif süreçlerde gerektiğinde müdahale edilmelidir.
Dış bağlantılar
Bipolar Bozukluk 2 Ağustos 2011 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.
Bipolar Disorder overview20 Ekim 2009 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi. from the U.S. National Institute of Mental Health website
NICE Bipolar Disorder clinical guidelines18 Kasım 2009 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi. from the U.K. National Institute for Health and Clinical Excellence website
Curlie'de Bipolar Disorder (DMOZ tabanlı)
Ayrıca bakınız
Bipolar bozukluk hastası ünlüler listesi
Majör depresif bozukluk
Psikopati (Psikopatlık), çekici, manipülatif, duygusal yönden acımasız ve suç işleme potansiyeline sahip kişilik yapıları için kullanılır.[1]
Psikopati sözcüğü, Yunanca psych yani "zihin, ruh" ve pathos yani "dert, acı çekmek, hastalık"tan türemiştir.
Eskiden her türlü akıl hastalığı formunu kapsayan bir terim olarak kullanılırdı. Bugün ise, psikopati psikiyatride empati ve vicdan eksikliği ile karakterize olan bir kişilik bozukluğu olarak tanımlanmakta, bu kişilik bozukluğunu ifade etmek için kullanılmaktadır. Her ne kadar bir psikiyatri terimi olarak yaygınca kullanılsa da, DSM-IV-TR veya ICD-10'da gerçek bir dengi yoktur. Planlanan DSM V'in bu anomaliyi de göstermeye başlayacağı umulmaktadır.
Kişilik özellikleri[1]
İnsanları cezbeden bir özgüven yayarlar. Sabit bir işleri vardır, nispeten başarılı da olabilirler. İlişkileri, eşleri, çocukları olabilir. Örnek vatandaş rolü oynamayı severler.
Gerçekte olduklarından daha zeki, daha güçlü olduklarına inanırlar. Başarılı ve güçlü insanlara yakın davranırlar.
Varoluş biçimlerinde hiçbir yanlışlık görmez, verdikleri kararlar ya da bu kararların sonuçlarından ötürü sorumluluk duymazlar ve reddederler.
Benmerkezcidirler, kendi duygusal durumlarına göre akıllarına estiği gibi davranırlar.
Psikopatlar otoriteden nefret eder ve kendilerini genelde kuralların üstünde görürler.
Gençliklerinde sorunlu olup, çoğunlukla başkalarına karşı agresif davranışlar sergilerler. Ayrıca, sıkıntılara ve cezalara tepki vermeyebilirler.
Genelde ahlak pusulası olmaz. İlerlemek için ne gerekirse yaparlar ve bu sırada kime zarar verdikleri hiç umurlarında değildir.
Sığ duygusal tepkiler verir, ölüm, yaralanma ve başkalarında büyük olumsuz tepkilere neden olan olaylara kayıtsız kalabilirler.
Genellikle suçluluk duygusu ya da pişmanlık hissetmezler, duyarsızlıktır. Kötü davranışlarına kızılmasın diye manipüle eder, suçluluk duygusu hissediyormuş gibi yapabilirler.
Haksız olduklarını ya da hatalı yargıda bulunduklarını asla kabul etmez, üstlerine gidildiğinde, hata yaptıklarını kabullenebilirler ama hatalarının sonuçlarından kaçmak için başkalarını manipüle ederler.
Kendilerini kurban olarak göstermek için duyguları ya da güvensizliklerini manipüle etmekte ustadırlar.
Karmaşa ve drama yaratarak ilginçlik yapmak onlar için önemlidir. Önce kışkırtıp tartışma yaratır, sonra kurban rolüne bürünebilirler. İnsanların hayatını alt üst edip, hiçbir şey olmamış gibi olan biteni izleyebilirler.
İstediğini alma hedefinde kurnaz olmalarıyla bilinirler. İnsanları suçluluk psikolojisine sokabilir ve kurbanlarına dilediklerini yaptırmak için başka yöntemler kullanabilirler.
Zaman içinde karşılarındaki kişiyi değersizleştirir, daha yeni ve daha ilginç birine yönelirler. Partnerleriyle gerçek bir bağ kurmayıp, evliliği ya da ilişkiyi kolayca sonlandırabilirler.
Küçük yalanlar ve yanlış yönlendirmek için büyük hikâyeler uydurmaya kadar her türlü yola başvurabilirler. Yalan utanmaya yol açmaz ve yalanlarıyla gurur duyarlar. Yalanını ortaya çıktığında gerçekleri saptırarak üste çıkarlar.
Köşeye sıkıştıklarında yapmacık pişmanlık gösterebilir ancak duygularını ifade etmeyi beceremediğinden inandırıcı bir dille özür dilemezler.