Zahit Atam'dan Yenişafak yazarı Yusuf Kaplan'a yanıt!

Zahit Atam, Yeni Şafak yazarı Yusuf Kaplan'ın yazısına yanıt verdi.
Zahit Atam'dan Yenişafak yazarı Yusuf Kaplan'a yanıt!
2020-08-11 06:40:55   Güncelleme: 2020-08-22 18:33:00    

Sömürgeciler, sömürgeleştirdikleri ülkelere yerleşmek, halkların dirençlerini kırmak için önce, bu ülkelerin elitlerinin zihin yapılarını ve eğitim sistemlerini değiştiriyorlardı silbaştan.

ÖNCE ZİHİNLERİN EFENDİLERİ OLDULAR!

Sömürgeci eğitim sistemiyle, öncelikli olarak sömürgeleştirdikleri toplumların elitlerini, entelijansiyasını, üst sınıflarını zihnen köleleştiriyorlar; sonra da bu ülkeleri sözkonusu 'köle ruhlu' tiplerle istedikleri gibi yönetiyorlardı 'uzaktan kumanda'yla!
Sömürgecilik döneminde, sömürgeleştirilen köle ruhlu elitler, sömürgeci valilerin buyruğu altında keyif sürüyorlardı!
Yaptıkları şeyin 'gönüllü acentalık' ve bir tür 'ajanlık' olduğunu düşünmüyorlardı bile.
Aksine bu köle ruhluluğu, ülkeye, 'modern bir eğitim sistemi, modern hayat tarzı, modern kalkınma' getirmek gibi ayartıcı gerekçelerle savunuyorlardı…
 

'İNCİL’i VERDİLER, HER ŞEYİMİZİ ALIP GİTTİLER’’

Afrika’nın kurucu liderlerinden Kenyatta, 'sömürgeciler, bize İncil’i verdiler, gözümüzü açtığımızda her şeyimizi elimizden alıp gitmişlerdi,' demişti.
Sömürgeciler, sömürgeleştirdikleri toplumlara İncil vermeden önce, öncelikle modern eğitim sistemi, ardından da modern sağlık sistemi ve hayat tarzı verdiler; ama bir süre sonra, sömürgeleştirilen ülkelerin modernleştirilerek yani sekülerleştirilerek kültürlerinin ve dünyalarının, hayatlarının ve kaynaklarının nasıl kolayca yok edilebildiğini gördüler.

1.    Tarihsel yanılgı burada başlıyor, olgusal olarak tamamen yanlıştır…
Tarihsel olguyu Türkiye’de taşıdığımızda ne görüyoruz?
Türkiye’de batılılaşma, batılı yaşam tarzına öykünen sivil toplum içindeki aydınların çabalarıyla başlamadı. Tam aksine Batılılaşma, toplumda kökleri olan ve halka dayanan bir süreç üzerine inşa edilmedi, Teceddüd (yenileşme) çalışmaları, eski toplumun batılı ülkelerle özellikle askeri/ekonomik alanda rekabet edemez hale geldiklerinde, Saray içinde başladı. Çok ağır askeri yenilgiler sonrasında, süreç içinde ne yapacağını bir plan programa sahip olmadan ve toplum harekete geçirilmeden şekillendi. Bu açıdan Yenileşme ya da Batılılaşma 'batı hayranı' yabancılaşmış Batı taklitçisi bir hareket değildir. Eski sistem içeriden çürümüştü ve aslında Osmanlının ya da Doğunun geriliği, bilimsel teknolojik devrimi yapamamış olması, geleneksel toplum için ülkenin egemenlik alanı içinde 'bir Pazar' kuramamış olması, Geleneksel toplumun kendi tebaası içinde hakimiyetini kaybetmesi üzerine Devletin ayakta kalabilmesi için tepeden Batılı araçlara yönelindi. Bu anlamda Osmanlıda yenileşme hareketleri özünde bir Batılılaşma hareketi hiçbir zaman olmadı, tam aksine esas ve belirleyici amaç Saltanatı/Devleti ayakta tutmaktı. Böyle olunca, Geleneksel toplumun Batılılaşmış aydın tarafından Batılı Dünyanın Geleneksel toplum içindeki ajanları olarak görmek, esastan zemini olmayan bir büyük yanılsamadır, hatta tarihsel bir yalandır, bir efsanedir ve çoğunlukla gerçekleri yok saymanın ve metafizik üstünlük naraları atmanın bir vesilesidir.
 

SÖMÜRGECİLİK 0LARAK MODERNLEŞME

İşte modernleşme teorileri, bundan sonra geliştirildi. Açık sömürgeciliğin sona erdirildiği, örtük sömürgecilik sürecinin başlatıldığı aralıkta yani.
Sosyoloji bilimi, Batı’da, Batılı toplumların sekülerleşmelerini tamamlamaları sürecinde icat edildi ve tam bir sekülerleştirici bir 'araç' olarak kullanıldı.

2.    Tarihsel yanılgının ikinci büyük yanlışı.
Modernleşme açık sömürgeciliğin bitiş zamanında başlamadı, tam aksine modernleşme Batılı dünyada sömürgeciğilin kurulması ile yaşıttır, hatta bizzat sömürgecilik modernleşmeyi finanse etmiştir. Bu anlamda sömürgecilik ile batılılaşma çatışmaz, tam aksine birbirleri ile doğrudan bağlantılıdır. 20. Yüzyıldaki iki büyük dünya savaşına baktığımızda, tamamen sömürgecilik ve pazarların kontrol edilme süreçlerinden beslendiği görülür.
Üçüncü Dünya ülkelerindeki iktidarların büyük bölümü kukladır, halkına yabancılaşmıştır, halkın geriliği onların işbirlikçi karakterini artırır ve üçüncü dünya ülkelerinde topyekun kalkınma hamleleri olmaz, olanlar ise bizzat batılılar tarafından ve içerideki gerici güçlerle işbirliği halinde yıkılmışlardır. Bu anlamda Arjantin ikinci Dünya Savaşı sonrasında mükemmel bir örnektir.
Yine Türkiye’ye baktığımızda, Batılıların Türkiye’nin sanayileşmesini içeriden engelleyen ve halkın seferber edilmesini engelleyip gerici güçlerle ittifak halinde ve Batıya bağımlı hale gelmemizi sağlayan ilk hükümet Demokratlardır. Genelde söylenilen yalanın aksine, Demokratlar, Türkiye’de geleneksel toplumun yıkılmasında çok kritik roller üstlendiler ve Türkiye’nin kalkınmasının büyük engellerinden birisiydiler, aynı şekilde Demokratlar Türkiye’nin siyasal bağımsızlığını somut olarak da tehlikeli görüp, ABD ile bağımlılık anlaşmaları yaptılar.
Sömürgeleştirme süreçlerinde, geleneksel toplumu ya da dinsel toplumu yıkan sekülerleşme değil, bizzat tam aksine, geleneksel ve gerici güçlerdi, bu toplumlar içinde geleneksel ve bu gerici güçler, batılı toplumların aslı müttefiki oldular. Bizzat bu olgu bile Yusuf Kaplan’ın tezini net olarak çürütür. Sekülerleşme doğulu toplumlarda iktidarın istediği ve halka dayattığı bir şey değil, tam aksine, halkın uyanışını engellemek için geleneksel ve gerici güçlere dayanarak o ülkelerde yaşanan Aydınlanma hareketlerini boğdular.
Buna karşın, Batılılaşma süreçlerinde o toplumların aydınının zihninin kaotik olduğu, bir yandan geleneksel toplum ile ilişkisinin koptuğu öte yandan ise batılılaşma karşısında aciz hissettiği için, giderek bir tabiiyet, giderek batıyı baba bilip, onu kendine model alma ilişkisi kurduğu aşikârdır. Ama bu insanlar özel olarak halkla ilişkisi büyük oranda sınırlı olan kesimlerdir, Üçüncü Dünyada aydının halkla ilişkisi hep sınırlı oldu ve halkın kendi kaderi üzerine söz söyleme hakkı hemen hiç olmadı.

Batı toplumlarının dışındaki toplumların sekülerleştirilmelerini sağlamak için de antropoloji bilimi geliştirildi: Adına antropolog denilen modern / seküler misyonerler, Batı-dışı toplumlarda 'arazi temizliği' yapıyorlar; böylelikle bu bâkir toprakların insanlarını, toplumlarını ve kültürlerini nasıl sömürgeleştirebileceklerini 'gösteren' yol haritalarını çiziyor, yapı-taşlarını döşüyorlardı.
Sonuçta, Rustow gibi Batılı sosyal bilimcilerce Batı-dışı toplumlarda uygulanmak üzere geliştirilen modernleşme teorileri, önceden BatılıIar tarafından 'dışarıdan' sömürgeleştirilen toplumları, bu kez 'içeriden' sömürgeleştirilmiş / devşirilmiş 'yerli' elitler tarafından sömürgeleştirme işlemine tâbi tutarak Batılılaştırma reçeteleri sunuyordu.

3.    Batılılaşma reçeteleri ve üçüncü dünyalı aydının işlevi…
Sosyoloji ve Antropoloji burjuva karakterli bilimler değildir, tam aksine, bu bilimler Batılı dünyada modernleşmenin belirli bir evresinde ortaya çıktı, tam aksine ilk büyük temsilcileri burjuvazinin sınıfsal olarak karşıtlarıydılar. Hiçbir bilimadamı sosyolog ya da antropolog kapitalizmi ve batılıların sömürgeleştirme süreçlerini onaylamaz, tam aksine bunu tarihsel olarak mahkum ederler. Üçüncü Dünyalı aydınlar arasındaki ana eğilim, aydınlanma yanlıları ile irrasyonalistler arasında bir esaslı bölünme yaşamıştır. Sayın Kaplan ve o tipte aydınların batılı dünyada bula bula irrasyonalistleri kendilerine öncü almaları ve bu ekolün bir parçası olmaları tarihsel bir ironidir, çünkü İslam akıl-karşıtı değildir. İslam’da Batılılaşma karşıtlığına ilişkin, özellikle II. Meşrutiyet dönemindeki tartışmalara baktığımızda, Osmanlıyı İslam adına, Batıyı ise Hristiyanlık adına iki karşıt kutup olarak gören anlayışın en çiğ ve en radikal örneklerini görürüz, oysa batıyı belirleyen asla Hristiyanlık olmadı, Osmanlının toplum biçimi de İslam’a göre şekillenmemişti. İktidarlar, hem batıda hem de doğuda topluma seslenmek, idare etmek için dini güçlü bir şekilde kullandılar, buna karşın, Sekülerleşme karşıtlığının Osmanlıda ve Cumhuriyette güçlü bir akım haline gelmesinin nedeni Batılılaşmaya karşı çıkmaktan kaynaklanmaz. Akıldan ve akli bilimlerden duyulan bu rahatsızlık, geleneksel toplumun dünyayı bilimle açıklamaktan aciz kalmasından kaynaklanır ve giderek akıl-dışı bir dünya tasavvuru bilimsel bir çerçeveye bürünmez, tam aksine ideolojik yani aynı anlama gelmek üzere, kasıtlı söylenmiş yalanlarla süslenerek verilir. Bu nedenle Üçüncü Dünyada çatışmaların kaynağı Batılılaşma yanlıları ile Geleneksel toplumun temsilcileri arasında yaşanmaz, bu yanılsamalı bir dışavurum alanıdır, tam aksine son derece somut bilimsel nedenleri olan bir çatışma ekseninin hayali bir eksene ve kamplara taşınmış olmasından kaynaklanır. İslam bizim toplumumuz için bir kendini bulma çabasından daha ziyade, siyasi erkin toplumu yönetmek için, onu pasifleştirme aracı olarak kullanıldığında, başkalaşır, aslından uzaklaşır ve kendini yadsımaya yönelir. İslam’ın aslına daha yakın olması için, iktidarı ele geçirmesi değil, tam aksine iktidarla bağını koparması gerekir, Siyasal İslam insanlık tarihi boyunca çok açık biçimde görüleceği üzere, İslam’ın esasını en açık biçimde ihlal eder, yıkıcılaşır ve İslami değerlerin altını oyar.
 

KENDİ-KENDİNİ SÖMÜRGELEŞTİREN EĞİTİM SİSTEMİ

Modern eğitim sistemi, modern hayat tarzını, zevklerini, duyma ve düşünme biçimlerini de beraberinde getiriyor ve sömürgeleştirilen toplumların özgün kültürlerini, hayat tarzlarını, duyma ve düşünme biçimlerini yerle bir ediyor, bütünüyle yok ediyordu.
Modern eğitim sistemi, sömürgeciliğin keşif kolu gibi kullanılıyordu.
Sömürgeleştirilen toplumlar, modern / seküler eğitim sistemiyle modernleştirilerek içeriden teslim alınıyorlar ve her şeylerini yitiriyorlardı.

4.    Modern eğitim ve sekülerleşme: içeriden teslim alınma mı, geleneksel toplumun yıkılışı mı?
Modern eğitim ve sekülerleşme doğulu toplumların içeriden teslim alınması işine yaramadığı gibi, tam aksine, doğulu toplumların ayakta kalmasını sağlar, Doğulu toplumları geri bırakan, Batılılaşma çabaları değil, tam aksine üretim araçlarının gelişmeyişi, tam aksine üretimin gelişmesini engelleyen geleneksel kurumlardır. İslam toplumları içinde, doğal kaynaklar nedeniyle, -özellikle de petrol- zenginleşmiş devletler vardır, buna karşın bu toplumların hiçbirisi İslam esasına dayanan ve İslami değerleri hayatın içinde uygulayan devletler olamadılar, aksine iç işleyişlerinde çok büyük sorunlar yaşadılar, söz konusu İslam devletlerinde iktidar halka yabancılaşmanın en ileri, en uçtaki örnekleri oldular. Bu konuda örneğin Filistin meselesi anahtardır. Sekülerleşme batının bir silahı değil, aksine Batılı Toplumlar içinde, akıldışı eğilimleri törpülemenin bir aracı oldu ve bu toplumlar Sekülerleşmenin yoğunlaştığı dönemlerde de dinsel toplumlar değildi, aslında toplumlar dinsel karakterli olamazlar, pratik dinsel değerlerle şekillenmez, din bir toplumun üretim tarzını, üretim ilişkilerini belirlemez. Tam aksine iktidar dini toplumsal ilişkilerin çatışma eksenlerini gizlemek ve o ülkelerin halkını boyunduruk altına almak için kullanır.
Türkiye’de dinsel kurumların halkın bilinçlenmesindeki aktif işlevlerine ve çalışan insanların haklarının kısıtlanmasındaki işlevlerine baktığımızda durum çok daha net görünür.

Modernleştirme, adı konulmamış, gizli sömürgecilik biçimiydi ve açık sömürgecilikten daha tehlikeliydi.
 

'GÖNÜLLÜ FAHİŞELER'

Modernleşme, dünyanın Batılılaştırılması / sekülerleştirilmesi sürecinde başvurulan zihnî bir  tecavüz yöntemi olarak kullanıldı. Modernleştirilen yerli elitlerse, bu zihnî tecavüzden haz alan ve bu tecavüzü kendi toplumlarına uygulamaktan çekinmeyen 'gönüllü fahişeler'.
'Gönüllü fahişe' nitelemesi, ilk bakışta, ağır bir niteleme gibi gelebilir. Ama yaşanan metamorfoza yakından bakıldığında, bu, hiç de ağır bir niteleme olarak görülmeyecektir. Aksine düz değil, metaforik olarak anlaşılması gereken ve yaşananları daha iyi kavramamızı mümkün kılacak kışkırtıcı bir metafor bu.
Modernleşmenin / sekülerleşmenin 'ajanları' olarak gönüllü olarak çalışan yerli entelijansiya ve elitler, böylelikle, sömürgeleştirdikleri toplumları içeriden teslim alıyorlardı.

5.    Türkiye’de bu işlevi gören entelijansiyaBatılılaşmayı sağlayan unsurlar değil, tam aksine toplumun geleneksel ilişkilerinden rant sağlayan ve ülkenin bağımsızlığını engelleyen ve azgelişmişliği yerleşik hale getiren acentalardır. Mesela şu anda da Türkiye’de İslami bir partinin merkezinde, İslami sermayenin büyük bir hızla büyüdüğü bir dönemi yaşıyoruz, ama Türkiye’de bu sermaye kesimi net olarak üretimden gelen alanlara yönelmemekte, tam aksine rant alanlarına yönelmekte, siyasi ilişkileri ve gücü haksız rekabetle yolsuzluk zinciri içinde sermaye biriktirme süreci olarak yaşamaktadır.
Ama bunları topluma kök salmış insanlar olarak değil, aksine iktidarda olmanın rantını yiyen ve iktidardan beslenen aracılar olarak görmek gerekir. İslami sermaye İslam ahlakına dayanan ve İslam kültürünü yaşatmaya çalışan bir sermaye değil, tam aksine İslami ilkeleri çiğneyen ve İslam’ı toplumu yönetmek için aslına zıt biçimde kullanan bir çevredir. Bu tip bir yapılanma İslam toplumlarında en yaygın olarak görülen sermaye biçimidir, bu nedenle bu tip toplumlarda, halkın refah düzeyinin artışını, genel düzeyde bir iktisadi kalkınmayı görmeyiz. Tam aksine, toplumda dayanışma, örgütlenme, bilinçlenme süreçlerinin ağır darbeler aldığı ve bu tip toplumlarda yoksulluğun büyük oranda topluma yayılırken, dinsel değerlerin medyatik hale geldiğini görürüz, bu da yalnız bize özgü değil, tarihsel bir fenomendir.
Türkiye’de toplumsal ilişkileri sorgulamak için, olgulara dayanan bir çözümleme yerine, aforizmalarla, Batılılaşma süreçlerini mahkum edip, hatta hakaret içeren ifadelerle toplumsal sorunları tartışmak 'geleneksel aydının' gösterişli kendini kandırma, 'kendini sahte boy aynasında görme'nin verdiği büyüklük yanılsaması, halka yalan söylemenin etkili bir yöntemidir.
Şurası çok nettir: AKP’nin yürüttüğü ekonomi politikaları ve Türkiye’de üretim sürecinde hakim kurduğu üretim ilişkileri, İslami açıdan kesinlikle günahtır ve İslami sermayenin büyüme biçimi, İslam kaynaklarına göre, kesinlikle harama dayanan yollarla olmaktadır.